29 Mayıs 2013 Çarşamba

AKP için en iyi strateji

Başkanlık ısrarı zarar veriyor
Başlığı gören okurlar, “AKP’ye akıl hocalığı yapmak sana mı kaldı?” diyebilirler. Şöyle yanıtlayayım: Mevcut konjonktürde hedefleri ve seçimleri doğru sıralamanın Ak Parti kadar Türkiye’nin de çıkarına olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin şu anda iki yaşamsal önceliği var: Barış sürecinin başarıyla noktalanması ve demokratikleşme. Bu iki öncelik birbirine yakından bağlı. Ak Parti’nin bir an önce seçim sistemi ve partiler yasasında reform yapması şart. Aksi takdirde Ak Parti’nin samimiyeti sorgulanacaktır. Ama bu reformlar barış sürecinin başarısı için yetmez. Türk milliyetçiliğine referanslardan temizlenmiş, ana dilde öğretimin önünü açan, aynı zamanda da bireysel hak ve özgürlükleri garanti altına alan yeni bir anayasaya ihtiyaç var. Buna bir de ertelenen ekonomik reformları eklemek gerekiyor. Kişi başına gelir artışı son dönemde durakladı. Ekonomi ‘orta gelir tuzağının’ eşiğinde görünüyor.

Başkanlık rejimi ertelenebilir

Ak parti sözcüleri aksini iddia etse de yeni anayasanın önünü başkanlık ısrarı tıkıyor. Aslında seçim sistemi ve partiler yasasını Ak Parti kendi çoğunluğuyla değiştirebilir. Ne yazık ki, başkanlık tartışması bu konulara da karıştırılmış durumda. Ak Parti’nin anayasacı sözcüleri seçim barajını başkanlık sistemi ile ilişkilendiriyorlar. BDP dahil tüm partiler başkanlık sistemine karışlar. Ak Parti’nin bu durumda 330’u aşan bir çoğunlukla kendi anayasa önerisini Meclis’ten geçirmesi olanaksız görünüyor. Oysa, Ak Parti pekala başkanlık rejimi hedefini genel seçimlerin sonrasına erteleyebilir. Bu durumda, BDP ile, hatta CHP’nin sosyal demokrat kanadı ile açık ya da örtük ittifak yaparak yeni anayasayı sonbaharda referanduma götürebilir. Bu arada seçim sisteminde köklü değişiklikler yapacağını varsayıyorum. Yani önce reformlar, yıl sonuna doğru yeni anayasa için referandum, sonra martta yerel seçimler, ağustosta da  cumhur başkanlığı seçimi.

Reformlar ve yeni anayasa yapmayı başarmış bir Ak Parti’nin seçimlerde  başarı şansı artacaktır çünkü barış süreci iyice olgunlaşmış olacaktır. Sayın Erdoğan, eğer istiyorsa, Ağustos 2014’de daha ilk turdan seçmenlerin yarıdan fazlasının desteğiyle Çankaya’ya çıkar. Bu noktada soru, hangi yetkilerle çıkacağıdır. İki seçenek var: Ya yeni anayasada halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının yetkileri kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi (Portekiz, Finlandiya, İrlanda vb.) parlamenter rejimdeki yetkilere indirgenir ya da bu konuya girilmez, mevcut yetkiler yeni anayasada da devam eder. Ak Parti başkanlık ısrarından vazgeçmeyeceğine göre - bu onların hakkıdır – sanırım ikinci seçenek tercih edilecektir.

Erken genel seçim

Cumhurbaşkanının mevcut yetkiler artı halk tarafından seçilmesi yürütmede iki başlılık yaratacağından bu sorunun zaten çözümlenmesi gerekiyor. Ak Parti cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ardından erken genel seçime gidebilir. Benim önerdiğim seçim sistemi reformunu yaparsa, mevcut seçmen desteğine bir de barış sürecinin ve yeni anayasanın bonusları ekleneceğinden, Ak Parti 330’u çok rahat aşarak yeniden iktidara gelir ve sistem tartışmasını isterse yeniden açarak istediği anayasa değişikliliklerini yaparak referanduma gidebilir. Kürt sorununu büyük ölçüde aşarak rahatlamış olan Türkiye yönetim sistemi meselesini başka konuları karıştırmadan ağız tadıyla tartışır. Sonuçta halk karar verir.


Erken genel seçimin bir başka yararı da, Ak Parti’nin seçimler nedeniyle ertelediği zorlu ekonomik reformları devreye sokması olacaktır. Türkiye ekonomisinin bu reformlar olmaksızın 2015’e kadar sorunsuz gidebileceğini sanmıyorum. Ekonomi, düşük, verimsiz ve dengesiz bir büyüme rejimine hapis olmuş durumda. Zaman iktidarın aleyhine işliyor. Benden söylemesi.

28 Mayıs 2013 Salı

A futile debate on alcohol

Are they really threaten
While Turkey was passionately discussing issues like the Syrian civil war and its repercussions on Turkey or how the Kurdish settlement process closely interacts with drafting a new constitution, a new law on alcoholic beverage sales and consumption suddenly dropped like a bomb in the political arena. Most columns and TV debates have been reserved for this new debate, not to mention the violent exchange of accusations between the representatives of the incumbent party and the stars of the opposition.


I followed the furious fight on the alcohol bans as much as I could, but I should confess that I could not understand why the issue has made so much noise. You readers are certainly well informed on the content of the new law through the excellent summary published in Today's Zaman on Saturday, but let me just remind you of the gist. A bill proposed by the Justice and Development Party (AK Party) seeking restrictions on the sale and consumption of alcoholic beverages was approved by Parliament on Friday. The official justification of the law is to protect children and young people from the harmful effects of alcoholic beverages. So far so good! How can this protection be secured? Well, campaigns, promotions or events that aim to encourage the use or sale of alcoholic products will not be allowed. In addition, the sale of alcoholic beverages from shops will be banned between 10 p.m. and 6 a.m. Health warnings will be included on the bottles or other packaging of alcoholic drinks. The sale and consumption of alcoholic beverages will not be allowed at medical or sports facilities or at those along highways, nor will the sale of these beverages be allowed on university campuses.
Shops selling alcoholic beverages will need to be at least 100 meters away from schools, university preparation course facilities and places of worship. However, the 100-meter obligation will not apply to facilities that have a tourism certificate. Shops that already have a license to sell alcoholic beverages will also be exempted from this 100-meter obligation. Furthermore, the already existing limitations, bans and fines on those who are caught drinking and driving have been made more severe.
I cannot see in these measures any attempt to seriously limit the consumption of alcoholic beverages, which is already very limited in Turkey. Research by Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (BETAM) -- “Taxes increased, alcohol consumption decreased,” published April 11, 2011 -- showed that in 2003, only 8 percent of households were consuming alcoholic beverages. This number decreased to 6 percent in 2008 in correlation with the high tax increase that raised the unit price of alcoholic beverages 34 percent compared to the consumer price index (CPI). So, there is not a severe problem with alcoholism in Turkey. Those who would like to drink at home can continue to buy bottles before 10 p.m. This ban could just reduce a little bit of the consumption by young men who don't feel they've had enough to drink once midnight has passed.
Those who would like to drink at their usual bar or restaurant may not be surprised by a label at the door saying, “Sorry, we are closed due to the new ban.”
It may be expected that the number of drunk drivers will diminish; nobody will shed a tear over that.
Over all, it is possible that the consumption of alcoholic beverages per person will decrease to some extent, particularly due to the bans on advertisement rather than the limitations to be place on sales. Good for health, bad for tax revenues. Finance Minister Mehmet Şimşek is probably not very happy. Also, small shops will lose part of their clientele to supermarkets, particularly those customers who used to buy after 10 p.m. The AK Party should be reminded that small shopkeepers are still its voters, but this is its own business.
So what? Simply, the new law has become an occasion for the opposition to claim, once again, that people's lifestyle choices have been put under threat. As an occasional drinker -- rakı with kebabs and wine with fish or succulent steaks -- I do not see any threat. The AK Party's defense is that the new law aims to sustain a healthy young generation.
Will the new restrictions and bans prevent the new generation from later experiencing alcohol-related health problems? Certainly they cannot, and I do not think that the AK Party believes that. Just as the advertisement bans on smoking had a limited effect, so it will be the same for alcoholic beverages. However, the new law on alcohol will be a good message for conservative voters, a reminder that the AK Party has not forgotten that it is a conservative party.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

What strategy could be better for the AK Party?

Recent debates on different scenarios regarding the timing of the upcoming elections prove that Turkey has already entered into the long-lasting, painful electoral period. Three elections and a referendum are on the agenda. The dates of two out of three of the elections are fixed: Local elections will be held in March of 2014 and the election for the president of the republic will be in August of 2014.


Risks of insistence on presidential system
General elections are forecast to be held in June of 2015, but they may be held earlier; this is up to the Justice and Development Party (AK Party) since it has the majority in Parliament. The date of a possible referendum on the new constitution is unknown at the moment.
The schedule of these elections is critical, concerning political outcomes as well as the pace of the Turkish economy. The game maker is obviously the AK Party. Its goals and its maneuvering capabilities will determine the schedule. The goals are quite clear: The AK Party wants a new constitution in which a presidential or semi-presidential regime will be integrated. Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan wants to be elected president of a presidential regime, and preferably in the first round, supported by a comfortable majority. Furthermore, the AK Party, as the incumbent party, wants to win the coming general elections with a number of seats exceeding 330 -- the majority required to bring the new constitution to referendum -- in case it is not possible to hold a referendum before the general elections.
Here are too many, and quite ambitious, goals. How about the maneuvering capabilities? The way is very narrow and there are unwelcome constraints. First of all, the AK Party does not possess the 330 seats it needs; it lacks only a few of them, but since the voting on constitutional changes is confidential, it can never be positive it has secured the support of all of its deputies. The additional votes to support its constitutional proposal can be provided only by the deputies of the pro-Kurdish Peace and Democracy Party (BDP) and possibly by some deputies of the Republican People's Party (CHP) that belong to its social democratic faction.
So, the AK Party must look for compromises with those deputies. The problem is that they are firmly opposed to the presidential regime, at least as it is suggested by the AK Party. It is clear that the AK Party must give up its presidential regime goal if it desires to have a new constitution before the presidential election, and even before local elections. Indeed, the success of the settlement process with the Kurdistan Workers' Party (PKK) and with the BDP depends on the democratic reforms in the electoral system, the laws regarding political parties, the judiciary system and, last but not least, the Constitution. The constitutional reform cannot be done without the support of the BDP. On the other hand, the success of the settlement process is vital for the electoral success of the AK Party in the coming elections.
Another factor that is not vital but very important for the electoral success of the ruling party is the attitude of voters who support the AK Party based on its management of the economy.      Now, the economy is not doing well. Signs of a “middle income trap” are increasing for Turkey. Gross domestic product (GDP) growth is under 3 percent. The unemployment rate has not yet shown an alarming rise, but this is because of the extent of negative labor productivity gains during the last few quarters. As a result, the income per capita has started to stagnate. The main reason for this stagnation is the postponement of difficult economic reforms because of possible political costs, precisely in deference to the coming elections.
Those difficult reforms could have caused vote losses for the AK Party, but if the economy continues to be trapped in a low-growth regime, the more time the elections take, the more the AK Party will risk losing electors.
Given these constraints, I think, the only rational strategy for the AK Party -- without giving up its goals and ambitions -- should be the following: Postpone ambitions for the presidency after the general elections. Successfully finish democratic reforms in collaboration with the BDP and the social democratic faction of CHP before local elections. The referendum can be held by the end of this year. Mr. Erdoğan will be able to be elected in August of next year and, I guess, it would be with a very large electoral support -- given the success of the peace process, which is capable of overshadowing increasing economic troubles.
Then, proceed to early elections in autumn 2014, in which a referendum majority for the AK Party is highly probable if, by then, the electoral system is reformed, canceling the 10 percent threshold. This also would require strongly downsizing the electoral districts at the same time. Doing so, the new AK Party government will be able to focus on economic reforms earlier, and this way it would gain valuable time for the Turkish economy and minimize the political risks it would face otherwise.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Çalışan kadın sayısı ve işsizlik artıyor


Günün gözde konusu üç seçim bir arada tartışması. Siyasal açıdan olduğu kadar ekonomik açıdan da önemli bir tartışma. Ama bugün üzerinde pek durulmayan kadın işgücü ve işsizliği konusunu ele almak istiyorum. ‘Üç seçim bir arada’ konusunu nasıl olsa daha çok konuşacağız. 

Geçen hafta TÜİK, şubat dönemi işgücü istatistiklerini yayımladı. Yıllık olarak işsizlik biraz arttı (yüzde 10,4’ten 10,5’e) mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik de ocak dönemine kıyasla biraz düştü: Yüzde 9,4’ten yüzde 9,2’ye. Düşük büyümeye rağmen bu nasıl oldu? Yüzeysel yanıt basit: İstihdam ve işgücü birlikte yüksek artışlar kaydettiler. Bunu daha önce de bu köşede ifade ettik. İstihdam büyümeden daha hızlı artıyor. Emek verimliliği azalıyor. Nasıl olduğu ayrı bir bilmece. Devam edeceğini sanmıyorum. Üzerinde durulmayan nokta, yıllık istihdam ve işsizlik artışının kadınlardan kaynaklandığı. 

Aşağıdaki tablo çok açık. Erkeklerde işsizlik oranı geçen yılın şubat dönemine kıyasla yüzde 10,2’den 9,8’e gerilemiş. Buna karşılık kadın işsizlik oranı yüzde 11,1’den 12,1’e yükselmiş. Toplam işsizlik oranında yüzde 10,4’ten 10,5’e cüzi bir artış var. İşgücüne katılım oranlarına bakıyoruz (tabloda yok), erkeklerde tüm eğitim düzeylerinde az da olsa artış söz konusu. İşsizlik azaldığına göre demek ki erkek istihdam artışı işgücü artışını fazlasıyla telafi etmiş. Buna karşılık kadınlarda tam tersi bir durum söz konusu. Tüm eğitim düzeylerinde işsizlik oranlarında artışlar var. Ancak kadın istihdamının artmasına rağmen işgücü artışı daha güçlü olduğundan işsizlik artmış. Bir yılda erkek istihdam artışı 648 bin; yüzde 3,9. Kadın istihdam artışı ise 561 bin; yüzde 8,4. 

Olağanüstü 

Kadın işgücü artışındaki olağanüstülüğü belirtmek için tek bir rakam vermek yeterli olacak. 2005’ten 2012’ye kadınların işgücüne katılım oranı yılda ortalama 0,9 yüzde puan arttı, yıllık artışlar da 1 yüzde puan civarında gerçekleşti. Şubat 2012’den Şubat 2013’e katılım oranı artışı ise 2.2 yüzde puan! Bir fikir vermek için şunu da ekleyeyim: Önümüzdeki yıllarda kadın katılım oranı ortalama 2 yüzde puan artsa, Avrupa’nın en düşük kadın katılım oranına sahip İtalya’yı 13 yılda yakalarız. Bu da hiç kuşkusuz, kadın işsizlik oranı bir miktar artsa da olağanüstü bir başarı olur. Kadınlarımızın çalışma iştiharının birden kabarmasının nedenleri neler olabilir? Bu yüksek tempo devam eder mi? Doğrusu bilmiyoruz. Neler olduğunu anlamak için mikro verilere ve kapsamlı analize ihtiyaç var. Şimdilik birkaç gözlemle yetinmek zorundayız. Önce, son bir yılda kadınları çalışmaya teşvik edecek özel destek politikaları devreye girmedi. Artışlar kendiliğinden olmuş gibi. Diğer gözlemlere gelince. Bir kere kadın istihdam artışının 424 bini, dörtte üçü, ücretli istihdam artışı. Yani, öyle tarımda ya da hizmet sektöründe kendi hesabına çalışan kadınlar ağırlıkta değil. İkincisi, kayıtdışı ücretli kadın istihdam artışı 100 binle sınırlı. Ücretli kadın istihdam artışının dörtte üçü kayıtlı. Üçüncüsü, bu artışlar büyük ölçüde hizmet sektöründe. Dördüncüsü, kadın işgücüne katılım oranlarındaki en yüksek artışlar lise ve üniversite mezunları arasında: Sırasıyla 2.5 ve 2.6 yüzde puan. 

Özetle, kadınların işgücü piyasasına girişinde genel bir hızlanma var. Bu iyi haber. Ama geçici mi değil mi? Yakından takip ve daha çok araştırma gerekiyor.

A European socialist view of the CHP

A disagreement last week between Kemal Kılıçdaroğlu, leader of the Republican People's Party (CHP), and Hannes Swoboda, president of the Group of the Progressive Alliance of Socialists and Democrats in the European Parliament, has sparked a debate in Turkish politics.


Kılıdçdaroğlu and Swoboda
The debate has mainly focused, quite naturally, on the reason for the clash itself. Readers may know this reason, but let me reiterate it briefly: Kılıçdaroğlu held a press meeting in Brussels during which he accused Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan of being a dictator, albeit of a lesser degree, like Bashar al-Assad. Swoboda described the comparison as unacceptable and said a bloody dictator who is killing his people cannot be compared to a democratically elected political leader, however justified the criticisms are.
This clash is an episode that can be quickly forgotten, I believe. However, Swoboda's comments about the CHP that followed his criticism about the unfortunate comparison could play a critical role in the CHP's political future.
Swoboda told Today's Zaman that he was hopeful and optimistic because there have been positive changes within the CHP since Kılıçdaroğlu became the leader of the party but said that Kılıçdaroğlu needs to show courage to say “no” to some people within his party who, he said, try to reverse the “progress” the CHP has achieved. Swoboda added that Europe would not welcome signs of the abandonment of social democratic values in the CHP. Moreover, according to the Hürriyet daily, after the meeting Swoboda declared, “A modern and progressive CHP is needed in order to take Turkey beyond the old rhetoric and toward a more democratic position where the Kurdish problem is solved, and the CHP should be more active instead of a deterrent in solving the problems Turkey is facing. Swoboda concluded by saying, “If the CHP wants to come to power, it has to change. The CHP should play a leading role in the drawing up of a new constitution and in finding a solution to the Kurdish problem. The CHP has to be a forward looking and a progressive party, not an old school one.”
Swoboda's criticisms of the CHP are exactly the same ones expressed by social democrats inside and outside the CHP. Obviously, without naming them explicitly, Swoboda refers to the Kemalists in the CHP as “some people.”
This “old guard” is not only opposed to the settlement process under way but has adopted a conservative position over the efforts to draft a new constitution, which include articles relating to the right to education in the mother tongue and a new definition of citizenship. These two critical issues constitute the keys of a definitive settlement that aims to integrate Kurds into democratic life.
The Justice and Development (AK Party) is ready to make these radical changes and so is the social democrat side of the CHP but not the Kemalist faction. The differences in thinking between these two groups within the CHP recently became public knowledge following a declaration made by the social democrat faction about the settlement process as well as democratic reforms. Contradictory views among the representatives of the CHP at the parliamentary Constitutional Reconciliation Commission on the critical issues mentioned above are actually not a secret. Kılıçdaroğlu denies the existence of a fracture in the CHP and is desperately trying to hold together the two opposing factions within the party. Swoboda's comments and suggestions about the CHP not only make clear the confirmation by European Socialists of the existence of two opposing factions in the CHP but also their willingness to encourage Kılıçdaroğlu to clearly choose the social democrat camp and put the CHP on a progressive track.
I am not sure that Kılıçdaroğlu will make such a choice soon. He will try to keep the party in one piece at all costs until the local elections in March 2014. However, at this point it remains unclear whether a lethargic CHP can avoid the division if the settlement process succeeds. In this context the rift between the two factions would be exacerbated and the CHP would be squeezed into a corner, obliged to make a choice. Swoboda's “intervention” in the domestic affairs of the CHP can accelerate the dénouement in one way or other.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Employment increases despite low growth

The Turkish Statistics Institute (TurkStat) published labor market statistics for February on Wednesday. Developments in the Turkish labor market continue to surprise me. Let us first look at year-on-year changes in unemployment. The number of unemployed individuals increased slightly from 2.77 million to 2.88 million, and the unemployment rate went from 10.4 percent to 10.5 percent from February 2012 to February 2013.


Female labor force is rapidly increasing
Readers who are aware of a loss of momentum in Turkey's gross domestic product (GDP) growth can say that there is nothing surprising regarding the increase in unemployment since the economy would probably not have created enough jobs due to low growth.
Nevertheless, this is not the case. The number of employed increased by 1.2 million over the past year, from the first quarter of 2012 to the first quarter of 2013. The growth rate of employment was 5.2 percent, while the best estimates of yearly GDP growth remain close to 3 percent. This means that the growth of employment is higher than the value added growth, indicating a decrease in labor productivity. This strange situation seems to be continuing since the seasonally adjusted rise of employment from the last quarter of 2012 to the first quarter of 2013 was 1.1 percent, putting the yearly growth of employment at 4.4 percent. It is still well below the actual GDP growth rate. This is neither a common event nor a healthy development, and probably this uncommon event will not prevail in the coming quarters.
Why did the Turkish economy start to create a lot of jobs during a period of sluggish growth? At the moment, this is a mystery awaiting explanation from clever economists. Let me just note that the strong employment increase includes all of four major sectors, i.e., agriculture, industry, construction and services. So, why did unemployment increase slightly within a year despite the strong increase of employment? Well, simply because the increase of the labor force was even stronger. The labor force increased year-on-year by 5.2 percent. This is the highest increase since 2005. What is striking in this very strong increase is the fact that it is mostly due to the increase of female labor force participation. Indeed, the male labor force participation rate increased from 69.1 percent to 70.3 percent (a 0.4 percentage point increase), while the female rate increased from 27.4 to 29.6 percent (a 2.2 percentage point increase) within a year. I would like to underline that the yearly average increase of the female labor force was limited to 0.9 percentage points from 2005 to 2012.
This asymmetric evolution in the labor force has had adverse effects on the gender unemployment gap. The male unemployment rate decreased within a year from 10.2 percent to 9.8, while the female unemployment rate increased from 11.1 percent to 12.1 percent, widening the existent unemployment gender gap. Moreover, the increase of female labor force participation as well as female unemployment occurred at all educational levels. What is happening among women? How can we explain this sudden appetite for work? This is the second mystery waiting to be explained.
That said, on the one hand we should be happy with this increasing appetite, since we are continuously complaining about the low female labor force participation rate in Turkey. Well, it has started to increase much more than expected. If the female participation rate continues to increase around 2 percentage points per year in the future, Turkey can reach the levels of Southern European countries, where these rates stay at around 60 percent, within 10 years. This would certainly be the greatest achievement of the next decade regarding Turkish labor market performance. However, without identifying the factors that lie behind this recent explosion in the female labor force, one can not predict that this will continue in the future.
Now, on the other hand, this rapid increase of the female labor force cannot be compensated for, at least in the short run, by sufficient female hiring. If, in the near future, growth continues to be sluggish -- and that seems to be the case given the change in leading indicators -- while the appetite of women to work will still be avid, total unemployment -- and particularly female unemployment -- could rise more rapidly. Admittedly, this fact must not be a pretext to discourage women from working, but it should be a serious concern for the government, which must consider measures to both push growth and encourage hiring females.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

'Çok şükür IMF'den kurtulduk'

Başbakan Yrd. Ali Babacan son taksiti ödüyor

Hükümetten sokaktaki vatandaşa çoğunluğun ruh halini böyle özetleyebiliriz. Hükümet IMF’ye son borç taksitini ödemenin gururunu yaşıyor. Vatandaş ise IMF’yi zaten hiç sevmedi. Türkiye kamuoyunun IMF ile yaşadığı nefret ilişkisi siyasal ekonominin önde gelen konularından ekonomik zorunluluk, yanılsama ve günah keçisi refleksi üçlüsünün mümtaz örneklerindendir. Bu nefretin bize özgü olmadığını, dünya çapında bir salgın olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. 
Neden böyle? Filmi en başa saralım. 2. Dünya Savaşı’nın bitimine yakın ABD ve İngiltere’nin inisiyatifi ile 40 küsur ülke temsilcileri ABD’nin Bretton Woods adlı dağ kasabasında toplandılar. Amaçları, savaştan sonra 1930’lu yıllarda dünya ekonomisini çöküşün eşiğine getiren ‘Büyük Bunalım’ın bir daha tekrarlanmaması için uluslararası ekonomik düzen oluşturmaktı. Bu düzenin en önemli kurumu olarak International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu) oluşturuldu. 
En önemli karar Amerikan Doları’nın uluslararası para olarak kabul edilmesi oldu. İngiliz heyetine başkanlık eden John Maynard Keynes’in yeni bir uluslararası para yaratma önerisi Amerikalılar tarafından kaale alınmadı. Dünyadaki altın para rezervlerinin üçte ikisi ve daha önemlisi güç onlardaydı. IMF’nin başlıca görevi 1930’larda yaşanan ve dünya ticaret hacmini daha da küçülterek bunalımı derinleştiren rekabetçi devalüasyonlara bekçilik yapmaktı. Her üye ülke parasının değerini dolara karşı bir ‘denge kuru’ belirleyerek sabitledi. Türkiye de IMF’ye üye olabilmek için 1946’da esaslı bir devalüasyon yaparak 2. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen üç haneli enflasyon sonucu aşırı değerlenen TL’nin köpüğünü aldı. 
Ancak zaman içinde enflasyon konusunda cıvıtan ülkelerin paraları değerlenmeye (sabit kur nedeniyle), cari açıkları da artmaya başladı. Tıpkı 1954’ten itibaren Türkiye’de olduğu gibi. Cari açıklar 1950 ve 60’larda Batılı ülkelerden alınan borçlarla sonraları daha çok piyasadan alınan borçlarla finanse edildi. Popülist hükümetler enflasyon azıtsa da borç harçla da olsa canlı ekonomiyi seviyorlardı. Tıpkı Demokrat Parti hükümetinin sevdiği gibi. Ama bir aşamada borç verenler bu işin böyle gitmeyeceğini görüyor ve daha fazla borç vermek istemiyorlardı. İşte o noktada IMF devreye giriyor, “Ben düşük faizle borç veririm ama sen de kendine çekidüzen vereceksin” diyordu. 
Türkiye bu noktaya ilk kez 1958 yılında geldi. Yüksek enflasyon nedeniyle aşırı değerlenen Türk Lirası büyük bir devalüasyonla hizaya getirildi, aynı zamanda bütçe açıklarının kapatılması için de kemer sıkma önlemeleri gündeme geldi. Döviz spekülatörlerinin dışında bu, hiç kimsenin hoşuna gitmedi. Hükümet ve onun yönlendirdiği basın IMF’yi günah keçisi yapmakta zorluk çekmedi. Bu senaryo 2000 yılına kadar pek çok kez tekrarlandı. Türkiye yumurta kapıya dayanınca IMF’nin kapısını çalıyor, başka yerden alamadığı kredileri alıyor, bozulan ekonomik dengeleri düzeltmek için gereken can yakıcı politikaların sorumluğunu da IMF’nin üstüne atıyordu. Tabii IMF’nin de sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemezdi. Önerdiği reçeteler kısa vadede sonuç almaya yönelikti ve kemer sıkmanın toplumsal etkilerini hiç kaale almıyorlardı. Üstelik ekonomik açıdan iç tutarlılıkları da tartışmalıydı. 
Milli Görüş gibi IMF’yi şiddetle eleştiren bir siyasal akımdan gelen Ak Parti iktidarı paradoksal bir şekilde IMF anlaşmasını hakkıyla bitiren, üstelik bundan yarar sağlayan ilk iktidar oldu. 2002 sonbaharında iktidara gelmeden önce alınan 40 milyar dolar, yapılan devalüasyonun tetiklediği ihracat ve yapılan reformlar Türkiye’yi hızla krizden çıkardı. Ak Parti ise mali disiplini sadakatle uyguladı. Enflasyon balonu sönmeye, reel faizler düşmeye başladı. Ekonomi hızla büyüdü. Ak Parti IMF anlaşmasını uygulayan, buna rağmen ardı ardına iki seçim kazanan dünyadaki ilk hükümet oldu. Özeti bu. IMF’ye son taksiti ödedik diye neden bu kadar sevindiğimizi anlamış değilim.

14 Mayıs 2013 Salı

Working women and the headscarf

I was surprised when reading a story in Saturday's edition of Today's Zaman which indicated that the four main political parties in Parliament have agreed to allow public servants to wear the headscarf. According to Today's Zaman, the parliamentary Constitutional Reconciliation Commission, which is working on drafting a new civilian constitution, has reached a compromise to add an article in the new constitution that will allow women to wear headscarves in public service positions.


will they be employed in public service?
Discussing an article on freedom of religion, conscience and belief, members of the commission compromised finally on the hotly debated article by including the following principle in it: “No one can be prohibited from or denounced for fulfilling the requirements of their religious beliefs.” This wording does not explicitly say that women can wear the headscarf while working in the public service, but its spirit does afford this freedom, according to Today's Zaman's interpretation.
I was surprised by this compromise because the Republican People's Party (CHP), particularly its Kemalist wing, was firmly opposed to including such a principle in the new constitution, fearing that this would allow covered women to work in the public service. I learned from Today's Zaman's piece of news that a compromise was reached in the absence of the representative of the CHP hardcore Kemalists on the parliamentary Constitution Reconciliation Commission, namely Süheyl Batum, an Eskişehir deputy.
The two other CHP representatives who were at the meeting and supported the compromise were Rıza Türmen and Atilla Kart, both of whom belong to the left-leaning faction of the CHP. It seems that Mr. Batum is furious, seeing that he told reporters: “The agreement is the result of a mistake. We [the CHP] do not support such an article in the new constitution. It will erode the principle of secularism. It is against the principle of Turkey being a secular state.” Anyway, the new constitution has other problems and the chances to draft a new constitution are rapidly diminishing. Nevertheless, what is sure is that the existing fracture within the CHP will worsen with this new episode.
I hope with the new constitution or without it, educated, covered women will be allowed to apply for public positions in the near future. Basically for two reasons: First, this is simply their right in terms of universal human rights and any kind of discrimination must be prohibited in a democracy. Regarding the claimed threat to secularism, I cannot see any relationship between a headscarf in public service and secularism. But I would on the other hand like to note, albeit it is not the purpose of this article, carrying various religious symbols could raise problems in some specific professions, like for members of the judiciary. Secondly, the freedom to wear headscarves in the public service is good for the economy.
This ban on headscarves dates back to the 1980 coup d'état. Military rulers implemented a regulation stipulating that women who wear a headscarf cannot be employed by the state. Currently, state offices do not hire women who wear a headscarf.
In 2004 there were only 856,000 university-educated women in the labor force according to Turkish Statistics Institute (TurkStat) data. This number increased to 1,889,000 in 2012. We do not have any idea about the share of covered women among them, but we can guess that it increased and will be increasing more rapidly since the ban on headscarves imposed for many years in universities was only removed in 2010, while the appetite for higher education among young women wearing headscarves is spreading.
Continuing to ban women from public service will have an adverse effect, for sure, either on the unemployment rate of female university graduates or female labor force participation. Do not forget that the unfriendly climate regarding covered women in employment encourages private companies to deny them jobs as well, despite the fact that there is no law that prohibits the use of a headscarf in private business.
Let me reiterate that the unemployment rate among female university graduates is actually 14.7 percent, much higher than the correspondent male rate, which is at 7.2 percent, and the overall female labor force participation rate is at 30 percent, being far lower than rates in Southern European countries, where it varies between 55 and 65 percent. It is well known that the more women are educated, the more female participation we will see in the labor force, which is one of the prerequisites of economic development. Banning the headscarf from public service will not help economic development.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Başkanlık, seçim barajını rehin aldı


Barış süreci hızlı bir şekilde devam ediyor. Sürece siyaseten etki edecek olan seçim barajının düşürülmesi yeterince konuşuluyor mu?

Kaçınılmaz olarak işlenmek zorunda ve gündemde var. Yüzde 10’luk barajın Kürt sorununda bir etkisi olmuştur ancak Kürt sorunu bundan kaynaklanmadı. Kürt sorununu demokratik zemine oturtmak ve silahlı çatışmalara son vermek bu sürecin esas amacıdır. Siz diyorsanız ki silahları bırakın, siyaset yapın, demokratik zeminde bu talepleri getirin o zaman Kürt partilerinin siyasette önünün, Meclis kapılarının açılması lazım. BDP’nin 30 küsur milletvekili var, grubu var. Ancak adeta birkaç parende atarak Meclis’e girdiler. Böyle devam etmesi mümkün değil. Sadece seçim sistemi değil, Siyasal Partiler Yasası ve Anayasa’da vatandaşlık olsun ademimerkeziyetçi yönetim olsun, anadilde eğitim meselesi olsun bu konularda mutlaka reformların yapılması lazım. Bunlar olmazsa barış süreci içi boş bir süreç demektir. Bu barış süreci dediğimiz süreçte, aslında Türkiye’nin, kurumların, siyasetin yeniden tasarlanması, demokrasinin derinleştirilmesi amacı yerine getirilmiş olacak mı? Dolayısıyla gündemde seçim sisteminde değişiklik var.

En çok telaffuz edilen barajın yüzde 5’e çekilmesi. Mevcut sistemde bu gerçekleşirse ne gibi sonuçlar ortaya çıkar?

Seçim sisteminde hiçbir şey yapmadan barajı yüzde 5’e çekersek felaket olur. Sistem istikrarsızlaşır. Siyasal partiler sistemi parçalanır. Yüzde 5’in Kürt sorununu çözme garantisi yok. Seçmen diyecek ki barajı geçmesi için biz gidip oyumuzu BDP’ye verelim. Kürt siyasi coğrafyasında çoğulculuğu da engelleyecek bir şey bu. Barajı yüzde 5’e indirdik reform yaptık demek sahte bir reform. Güneydoğu’da bir parti bazı seçim çevrelerinde birinci oluyor, bazı seçim çevrelerinde ikinci oluyor. “Yüzde 10 barajını geçemediniz. Biz sizin bu vekillerinizi diğer partilere vereceğiz.” Bu şekilde ne barış sürecinin başarılı bir şekilde sonlanması, ne de Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak tanımlanması mümkün. Bu partiye verilmeyen milletvekilleri sorunu barajı yüzde 5’e düşürünce çözümlenecek mi? BDP yüzde 4,9 oy aldı. Bu parti yine Diyarbakır’da birinci olacak mı? Hakkâri’de birinci olacak mı? Olacak. O zaman ne diyeceksiniz? Kusura bakmayın siz yüzde 5’i geçemediniz. Biz yine milletvekillerinizi diğer partilere vereceğiz mi diyeceksiniz. Yüzde 7 daha saçma sapan bir şey. Yüzde 10 ile arasında ne fark var?

Sizin öneriniz sıfır baraj ve daraltılmış seçim çevreleri mi?

Şık bir şekilde barajı kaldırıyoruz demek AK Parti açısından da çok olumlu olacaktır. AK Parti diyor ki “Siyasal istikrarsızlık olur”; hâlbuki 1990’larda siyasal istikrarsızlığın ağır bir fatura ödettiğini biliyoruz. Yapılması gereken seçim çevrelerinin daraltılarak fiili seçim çevresi barajları oluşturmaktır. Bunun simülasyonlarını da hazırladım. Seçim çevrelerini en fazla beş- altı milletvekili ile sınırlarsak o zaman bu istikrarsızlık tehdidini de ortadan kaldırmış oluruz. Çünkü zaten D’Hondt sistemi uygulanıyor. Seçim çevreleri de daraltılırsa fiili bir seçim çevresi barajı koymuş oluyorsunuz. Bu zaten iki- üç milletvekili olan küçük seçim çevrelerinde fiili olarak var. Bunu genelleştirmeyi öneriyorum. Bu sistem AK Parti’nin iktidarını tehdit etmiyor. Seçim çevrelerini daraltmak Kürt partisinin Meclis’e girmesini engellemiyor.

Bahsettiğiniz seçim reformu AK Parti’nin durumunu nasıl etkileyecek?

Bu reform AK Parti’nin aleyhine bir reform da değil. Araştırmamdaki simülasyonlara döneyim. Orada kritik oy dağılımları şunu gösteriyor. Baraj sıfırlansın, seçim çevreleri de daraltılsın, AK Parti yüzde 50 oy ile 330’u bulamamıştı ancak aynı oy dağılımında rahatlıkla 350’leri buluyor. Benim söylediğim sistem birinci gelen partiyi daha fazla destekleyen bir sistem. Aynı zamanda barajı sıfırlayarak da hem Kürt sorununun siyasallaşmasında, terörün bitmesinde Kürt partisinin önünün açılmasında, ona yapılan haksızlıkların sona erdirilmesinde son derece işlevsel hem de Güneydoğu’daki ikili siyasi tekelin kırılmasının da önünü açıyor.

AK Parti’yi konuştuk peki ya muhalefet?

CHP açısından çok fazla bir değişiklik olmayacak. Mevcut sistemde yüzde 26 oy aldı. 120’nin üzerinde milletvekili var. Aynı oy dağılımını benim önerdiğim sistemde uyguladığınız zaman yine bu kadar oy alır. En çok MHP’yi etkiliyor. Neden MHP’yi etkiliyor? Seçim çevrelerini daralttığınız zaman üçüncü partinin milletvekili çıkarma şansı azalıyor. MHP bu reforma çok karşı çıkacaktır. Karşı çıksın zaten barış sürecine de karşı çıkıyor. Anayasadaki gerekli demokratik reformlara da karşı çıkıyor. Seçim sisteminde reformlar yapıldığında da bunların faturasını öder.

Peki, bu sistemde küçük partilerin durumu nedir?

Bugün temsilde adalet adına seçim barajını sıfırlayarak bir ölçüde çözüm getirilmiş oluyor ancak bunu sadece bölgelerde birinci olan partiler açısından yapmış oluyoruz. Milletvekili sayısı 600’e çıkartılıp nispi usulle 50 milletvekilini Türkiye’nin genelinden seçelim. O zaman yüzde iki civarında oy alan küçük bir partinin de milletvekili çıkarma şansı oluyor. Bunu yapacaksak iki oy hakkı oluyor seçmenin. Alman seçim sistemi böyledir. İki oy hakkı da çok önemli çünkü seçmen hem 550 milletvekilinin seçildiği seçim çevrelerinde hem de Türkiye genelinde isterse aynı isterse farklı partilere oy verebilir. Seçim sistemi ile ilgili böyle bir reformu hükümetin de barış süreci ile ilgili samimiyetini göstermesi açısından şart olarak görüyorum.

2002’de yüzde 34 oy almış bir AKP 2007’de oy oranını yüzde 47’ye yükseltti. Kendisi de aşırı düşük azınlık oyunun yarattığı meşruiyet tartışması nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimi, Emuhtıra gibi süreçlerde mağdur oldu. Ancak seçim barajı ile ilgili çözüm için bir adım atılmazken baraj, Başkanlık sistemi ile birlikte gündemde tutuluyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Çifte standart olarak yorumluyorum. Bırakalım 2007’yi 2011’de yüzde 50 oy aldı. Mecliste çok rahat çoğunluğu var. Seçim sistemi yasası ve siyasal partiler sistemi yasaları 12 Eylül mirası yasalardır. 12 Eylül yargılanıyor. Başta AK Parti ve Türkiye’nin büyük çoğunluğu bu darbe mirasına karşı çıkıyor. Fakat bu iki temel mirası AK Parti değiştirebileceği hâlde yapmadı. Bana öyle geliyor ki bunu bir koz olarak sakladı. Çünkü bu seçim sistemi, özellikle de baraj, Kürt partisinin Meclis’e gelmesini engelliyordu. Hazine yardımından da yararlanamıyorlar. Bunun Başkanlık sistemi ile bir şekilde ilişkilendirilmesi de başka bir sorun. Şantaj kelimesini telaffuz etmek istemiyorum ama elim güçlü olsun ve ben bunu Başkanlık sistemini kabullendirmek için kullanayım havası seziyorum. Bu bir kere adil değil. Barış sürecini de riske atabilir. AK Parti Başkanlık sisteminde ısrar ettikçe yeni anayasa önünde engeller çıkıyor. CHP’nin eline bir bahane veriyor.

CHP’nin yeni anayasa konusunda tutumu nedir?

Ben CHP’nin ulusalcı kanadının yeni bir anayasa yapmak istediğine katiyen inanmıyorum. Sosyal demokrat kanat bunu samimi olarak istiyor ama ulusalcıların eline Başkanlık sistemi ile böyle bir koz veriliyor. AK Parti yöneticilerinin de Başkanlık sistemi ısrarından vazgeçmeleri lazım. Bunu gerekiyorsa 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra tekrar gündeme getirebilirler. Partili bir cumhurbaşkanı seçilebilir, Sayın Erdoğan cumhurbaşkanı olmak istiyorsa olabilir. Ondan sonra diyorlarsa “Halkın seçtiği cumhurbaşkanını ne yapacağız” diye tekrardan gündeme getirilebilir. Bu tartışmayı 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yapabiliriz. AK Parti barış sürecini başarılı bir şekilde götürmek istiyor ise, bu reformlar yapılmışsa tekrar yüzde 50 oy alır. Bu ısrar neden? Anlamakta zorluk çekiyorum.

Anayasa Uzlaşma Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu barajın yüksek olduğunu ancak Başkanlık sistemi olmadan barajı kaldırmanın istikrarı bozacağını söyledi.

Burhan Kuzu seçim çevrelerinin daraltılması seçeneğini düşünmüyor. Başkanlık sistemini devreye sokmaya çalışıyorlar. Şu aşamada Başkanlık sistemi ile seçim sistemini ilişkilendirmek hem haksızlık olur hem de risklidir.

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şentop, barajın istikrar için getirildiğini, Başkanlık sisteminin de istikrar sorununu ortadan kaldırdığını söyledi. Barajın işlevi istikrar mı yoksa Kürtleri Meclis’e sokmamak mı?

Tamamen reddediyorum. Baraj istikrar için getirilmedi. Hatırlatmak isterim 12 Eylül rejimi çifte baraj koymuştu. Hem seçim çevresi barajı hem de ülke barajı vardı. Bu Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Ve o zaman Anayasa Mahkemesi bir karar aldı. Eğer istikrar korunmak isteniyorsa seçim çevresi barajı korunacak, ülke barajı kalkacaktı. Seçim çevresi barajı olduğunda bir partiyi destekliyorsunuz, yani birinci parti aldığı oyun üzerinde Meclis’te milletvekiline sahip olacak demektir. Bunu yapmadı Anayasa Mahkemesi. Ne yaptı? Seçim çevresi barajlarını kaldırarak ülke barajını tuttu. Neden tuttu? Kürtler Meclis’te temsil edilemesin diye tuttu. İstikrar ile hiçbir ilgisi yok. 1990’larda yüzde 10 barajı vardı neden istikrar olmadı? Şentop’a bunu sormak lazım. Seçim barajının önünde hiçbir engel yok. Tek engel olarak Başkanlık sistemi görülüyor.


11 Mayıs 2013 Cumartesi

Interesting questions on Turkish economy


Thursday evening Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (Betam) celebrated its fifth anniversary with a dinner to which business journalists and colleagues from various universities were invited. At this occasion Betam launched its recently published book, “Growth and structural problems in the Turkish economy,” in which a selection of Betam's research over the past years has been gathered. During the dinner, as director of Betam, I presented an overview of the main economic problems in the Turkish economy. A live debate followed the presentation.


2023 vision of Ak Party can hardly be achieved
Nowadays the hottest subjects debated in the business media are mega projects like the second nuclear plant, İstanbul's new airport and the big canal to be built from the Black Sea to Marmara Sea aiming to bypass the natural seaway through the Bosporus. These mega projects based on the Build-Operate-Transfer (BOT) model do not impress me much and I do not believe that they will help to solve the growth and structural problems of the Turkish economy. During Betam's dinner the questions were not about these admittedly massive projects, but hopes for the future of the Turkish economy.
Aram Ekin Duran from Sky News started the question portion of the evening, asking if the famous 5+5+5 formula, suggested by Erdem Başçı, governor of the Turkish Central Bank, is achievable in the future. Let me refresh readers' memories about this: The formula means that a 5 percent gross domestic product (GDP) growth should be achieved with a 5 percent current account deficit ratio to GDP and with a 5 percent inflation rate, which is, indeed, the official inflation target. It was a good idea to highlight this simple formula, which finely defines the ideal mix for the Turkish economy in the next decade, giving the growth capacity of the Turkish economy and its structural particularities regarding price stickiness and its low saving levels coupled with the weak competitiveness of its manufacturing sector.
Before giving my answer to the question let's recall the current figures about these three basic parameters. The yearly growth rate seems around 3 percent for the first quarter. A limited increase from this level could be expected but the GDP growth will be hardly over 4 percent for the whole year. If growth reaches 4 percent this would be at the expense of the current account balance, it will be, for sure, above its current level of 6 percent. As for the inflation, there is a large consensus among forecasters, except for the Central Bank, that it will remain above 6 percent.
That being said, can we hope to have the ideal mix in the future? I do not think so because of the existence of contradictory interactions between these three goals. As long as economic growth is based on domestic demand, 5 percent growth could be realized but the current account deficit will in this case be on an increasing path. In the long run the Turkish economy can not sustain a current account deficit over 7 percent since foreign private debt is still accumulating dangerously. Turkish economy needs a balanced growth with more exports and less imports. This depends on a less valued Turkish lira in real terms as well from more rapid productivity gains in the manufacturing sector and from the lower consumption appetite among households. The depreciation of the Turkish lira will unavoidably have an adverse affect on inflation. Moreover, to keep a depreciated Turkish lira in the medium term requires an inflation rate close to the rate of our main trading partners which is around 3 percent currently.
Then, the following question was quite naturally, “So, what to do?” The recipe is not very complicated but very difficult to implement. Radical reforms in the labor market, in the fiscal system, in various product markets and in all stages of education are needed in order to accelerate productivity increases, to cut production costs and to encourage savings, household and corporate. At the same time the state should spend more on research and development (R & D), more on education and more on infrastructure and less on social transfers. I said that I see no willingness for those reforms either in government or among society.
The last but the most critical question was: “So, if these reforms are not implemented in the near future what will happen?” I answered simply that Turkey would be trapped in a low growth path in which the per capita income increase will be very low, making it difficult for the Justice and Development Party (AK Party) to achieve its vision.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Almanya'nın veresiye defteri

Demir Şansölye giderek sıkışıyor

Avrupa Para Birliği’nde nihai karar günü yaklaşıyor. İşaretler çoğaldı. Almanya’nın muhafazakâr seçkinlerinin bir bölümü euro karşıtı yeni bir parti kurdular. Sol Parti’nin kurucusu, eski sosyal demokrat maliye bakanı Oskar Lafontaine ise ‘euroyu dağıtmanın zamanının geldiğini’ ilan etti. George Soros kısa süre önce ‘Almanya’nın seçimi’ başlıklı alarm verici bir makale kaleme aldı. Ya Almanya eurodan çıksın ya da kamu borçlarını ortaklaştıran Eurobond’lara karşı çıkmaktan vazgeçsin diyor. Demir Şansölye giderek sıkışıyor. Almanya karar vermek zorunda.
Euro krizine uzun süredir değinme fırsatını bulamamıştım. Sürekli gelişen bir konuya uzun süre değinmeyince nereden başlamak gerektiğine karar vermek zor oluyor. Arşive baktım, yaklaşık iki yıl önce yazdığım yazının (‘Almanlar karar vermek zorunda’, 28 Temmuz 2011) son cümlelerini aktararak başlamayı düşündüm. Seçenekleri şöyle özetlemişim: “Almanlar vahim bir ikilemle karşı karşıyalar. Güney’i eurodan çıkartmak, bunu yapamıyorlarsa euroyu terk ederek DM’a dönmek. Ya da tüm Avrupa’nın borcuna kefil olarak Güney’e gelir aktarmaya razı olmak.” 

Borçlar silinmek zorunda 

Güney’in Para Birliği’nden çıkartılamayacağı anlaşıldı. Gırtlağına kadar borçlu olan Güney bu kozu elinden kaçırmak istemiyor. Başta IMF olmak üzere herkes biliyor ki mevcut kemer sıkma politikaları ile bir yere varılacağı yok. Durgunlukla yüksek kamu ve banka borçlarının ödendiği iktisat tarihinde görülmüş şey değil. Borçların büyük bölümü silinmek zorunda. Cesameti nedeniyle esas bedeli Almanya ödeyecek. Almanya bu noktadan sonra bir karar vermek zorunda. Borç silme operasyonunun ardından büyüme ortaya çıksa bile euroyu çöküşün eşiğine getiren ücret-enflasyon farkları, verimlilik farkları gibi bir yanda büyük cari açıklar, diğer yanda ise büyük cari fazlalar yaratan temel sorunlar çözümlenebilir mi? 

Almanlar çözümlenebileceğine inanırlarsa borç silme operasyonu ile birlikte Para Birliği’ne dahil tüm ülkelerin kamu borçlarının Eurobond’lar aracılığı ile ortaklaştırılmasını kabul edebilirler. Tabii mali disiplin kurallarının bu kez kesinlikle uygulanacağının garantisini almak şartıyla. Sonuçta bu çözüm Güney’e bir defalık gelir transferi anlamına gelir. Peki, borçlar büyük ölçüde silinirse euronun temel sorunlarına çözüm bulunabilir mi? Çok şüpheliyim. 

Yaz tahtaya, al haftaya 

Borç sorunu acilliği nedeniyle diğer sorunu, Almanya ile Güney arasında oluşan makro dengesizliğin yarattığı sorunu gizledi. 2000’li yıllardan bu yana Almanya cari fazla veriyor, Güney ise açık. Peki, bu açıklar nasıl finanse ediliyor? Basitçe söylersem, Bundesbank’ın veresiye defterine yazılıyor. Anlatması kolay değil. Çin örneğini ele alalım. Çin’in cari fazlası son tahlilde Çin Merkez Bankası’nın büyük ölçüde Amerikan Hazine Bonosu olarak tuttuğu döviz rezervine dönüşüyor. 3 trilyon doları bulan bu rezervin gelecekte ne işe yarayacağını kimse tam olarak bilmiyor. 

Ama en azından Amerikan Hazinesi iflas etmedikçe rezervin satın alma gücü var demektir. Ya Almanya’nın 700 milyar euroyu bulan Güney’den alacakları? Target 2 denilen Avrupa Para Sistemi kuralları çerçevesinde ulusal merkez bankaları arasında borç, alacak hesabına dönüşüyor. Tek para söz konusu olduğundan bu alacaklar defter kaydından ibaret. Yani yaz tahtaya, al haftaya hesabı. Bu sorun ancak yakın gelecekte Güney cari fazla, Almanya ise cari açık vermeye başlarsa zaman içinde aşılabilir. Sizi bilmem ama bana göre böyle bir mucizenin gerçekleşme ihtimali sıfır. Bu durumda Almanlar sürekli üretip veresiye satmaktansa “Biz artık yokuz” demeyi tercih edebilirler.

7 Mayıs 2013 Salı

‘Eurozone is on the brink of collapse'

Four months have passed since my last article about the inextricable problems of the European Union (“How bad is it going in Europe,” Jan. 7). It might be time to revisit this highly critical issue.


Bundestag: It is time to decide
From the beginning of the crisis, while I was becoming more familiar with the basic economics of the eurozone, I believed that the European Economic and Monetary Union (EMU) must be restructured or dismantled.
Recent events involving this issue, such as a report from Deutsche Bundesbank to the German constitutional court and the recent appearance of George Soros with an article titled “Germany's choice,” gave me the impression that following the German general elections in September, we will witness a final outcome, one way or another. The Bundesbank report just repeats its well-known, harsh criticism of European Central Bank monetary policy, but it is worth noting that a confidential report prepared by Bundesbank for the use of the constitutional court has been revealed to German daily Handelsblatt.
As Soros claims in his article, Germany should either leave the eurozone or accept the “Europeanization” of public debt. That being said, what pushed me particularly to return to the eurozone crisis is a recent article titled “Eurozone is on the brink of collapse,” which is based on an interview with Professor Paul Jorion, author of several books on the capitalist economy and holder of the newly created “Stewardship of Finance” chair at Vrije Universiteit Brussel. During his interview for the article with Mediaport, a popular French Internet daily, Professor Jorion said he believes, along with Soros, that the time of choice for Germany has come.
Almost everybody, from the International Monetary Fund (IMF) to Soros, from French socialists to Carmen Reinhart and Kenneth Rogoff, authors of a hotly debated article titled “Growth in a time of debt,” has analyzed the adverse consequences of debt overhang on growth and defend that the mountains of debt of the Southern European countries cannot be repaid and therefore a big part of it must be written off. It is only the Germans who pretend to ignore this unpleasant reality. Indeed, austerity programs are deepening the recession, and the recession deepens the debt problem.
Basically two solutions, to be considered simultaneously, are on the table: Massive write-offs in sovereign debt held by financial institutions as well as by the European Stability Mechanism (ESM), and Europeanization of the remaining debt through the issue of European bonds.
Beside the sovereign mountain of debt and bank losses of the Southern European countries, there is also another debt mountain: I am talking about the colossal debt of many national central banks of the Eurozone owed to Bundesbank as a result of the accumulation of the current account deficits (CAD) of their countries coupled with the current account surpluses of Germany. Bundesbank actually has 700 billion Euros of owning vis-à-vis the rest of Euro Zone. This debt, under the form of book account, can never be compensated, except if southern countries start to have current account surpluses vis-à-vis Germany.
American economist Alan Blinder, a former vice chairman of the Board of Governors of the Federal Reserve System, wrote almost three years ago in a rather sarcastic article --“The Eurozone's German Crisis”-- that “the debt and banking crisis hogs all the attention because of its immediacy … but the other slower-acting problem -- lopsided competitiveness within the eurozone -- is far more intractable.” Blinder explains in this article that the emergence of a huge gap of competitiveness through accumulated inflation and productivity differences within a flawed monetary union composed of sovereign national states where exchange rate can not be used as an instrument of adjustment by definition would inevitably produce the accumulation of external deficits on one side and surpluses on the other. So, ending these imbalances requires wage deflation in the South and wage inflation in the North. The first solution is under way, and it is about to reach its social limits, while the Germans will never agree on a drift of German wages that could threaten their international competitiveness. Professor Blinder ended his article by saying “Wish them well.”
All these “solutions” indicate, in practice, one simple reality: Germans should pay for their success through massive transfers of wealth to the South or say “goodbye” to the euro. Let me finish this article with the last words of Paul Jorion's interview: “The eurozone has become too heavy a burden for Germans. The calculated interest of Germany is to cut the cord," I agree.

5 Mayıs 2013 Pazar

Amalgams should be avoided

New Constitution Committee 
This week three events have to be noted on the economic front: Foreign trade and inflation figures for March and April respectively have been published, just as the second inflation report by the Central Bank. But this new information did not change the picture I described in my article of last Saturday titled “Peace process going well but not the economy.” Indeed, the Turkish economy is still facing the problems emanating from its structural weaknesses: Weak competitiveness, low productivity gains and relatively high inflation. Domestic demand revival requires loose monetary policy which is under course actually, the current account deficit (CAD) is smoothly rising as well as the real value of the Turkish Lira and finally inflation rigidity does not seem to become milder.


Then, today I prefer to discuss recent political developments regarding the peace process and the new constitution debate that are overshadowing the economic developments with their importance and urgency. I am afraid that the insistence of the Justice and Development Party (AK Party) on the presidential system (different versions of it are on the table) has produced unproductive and dangerous amalgams on the political front. Recent assessments of different AK Party statements indicate that the AK Party is getting ready to play some kind of "give-and-take game" through the peace process as well the new constitution building process that are closely interfering.
No doubt that a definitive settlement with the Kurdistan Workers' Party (PKK) requires definitely political reforms. Some of them, like electoral system reform and a new political parties' law, do not need constitutional changes. If you demand the PKK to disarm and to continue its combat through legitimate polity you must free the political channels. The unavoidable amnesty will be the last step for sure, but reforming the existing electoral law by canceling the national threshold which is maintained at 10 percent just to prevent Kurdish parties to be represented in Parliament can easily be done right now, as it could be the case for a new political parties' law freeing them from the fetters put by military rulers in the 1980s.
We know that the AK Party has almost finished its homework for those reforms, but they have not been implemented at the desired level. Why? Most probably for a possible bargain with the Peace and Democracy Party (BDP), the political arm of the PKK, concerning the incorporation of a presidential system in the new constitution. The BDP with more than 30 representatives in Parliament is able to secure the votes needed by the AK Party to bring its own constitution to a possible referendum, including, of course, some version of presidential system. Other critical reforms like a complete freedom for speaking the Kurdish tongue as well as an ethnic-neutral definition of citizenship, which require constitutional changes, seems also to be part of this bargaining. "I give you the reforms -- you give me the presidential system"; forgive me for this simplification, but I think it summarizes quite well the current political game.
The intellectual and business communities that strongly support the courageous polity of the AK Party in its efforts for peace, and I am one of them, are getting more and more anxious about this bargain. For a simple reason: It is risky and can easily fail. And this fail can jeopardize both the peace process and the hopes for a new constitution. The main opposition Republican People's Party (CHP) is harshly opposing any kind of presidential system but says they are ready to contribute to the peace process as well as the building of a new constitution.
We cannot know if the CHP is sincere or not, but its sincerity could be easily tested by giving up the insistence on a presidential system. On the other hand, the BDP is not very keen for such a system, but as it strongly supports the settlement process, it could be forced to compromise. But it could also be inclined to ask the AK Party for more reforms. Moreover, this bargain benefits the fierce opponents of the peace process like right wing nationalists and Kemalists.
Personally, I am not an irreducible opponent of a presidential regime. I think that it would be useless as long as the AK Party keeps its dominant position, and it seems that this will be the case for awhile. I am not afraid of a president with large executive powers, as long as an impartial judiciary is secured. The presidential system can still be debated and possibly adopted after the general elections of 2015. However, the AK Party's insistence could cost its own party -- not to mention the country -- too much.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Dengeli büyüme hayal

Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı

Dün yılın ikinci enflasyon raporu ile mart ayı dış ticaret verileri yayımlandı. İçerdikleri bilgiler açısından her ikisi de bu yıl öngörülen ‘dengeli büyümenin’ hayal olduğunu söylüyor. Tabii ‘dengeli büyüme’den ne kastedildiği önemli. 2013 büyüme stratejisi tasarlanırken geçen yılın aksine büyümenin hem daha yüksek hem de dengeli olacağı öngörülmüştü. Malum, geçen yıl büyüme yüzde 2,2’de kaldı hem de tümüyle net ihracata, diğer ifadeyle ithalattan daha hızlı artan ihracata dayandı. İç talep GSYH’yi daraltıcı etki yaptı. 
Bu yıl ise iç talebin canlanması ama aynı zamanda da net ihracatın büyümeye pozitif katkı yapması arzulanıyordu. Yani büyüme dengeli olacaktı. Bu büyümeyi en veciz şekilde Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, “İç talepteki canlanmaya net ihracatın katkısı kadar izin vereceğiz” diyerek ifade etmişti. Bu yıl büyümenin böyle olmayacağı ortaya çıktıkça, ‘dengeli büyüme’ tanımının da değiştiği, tabiri caizse sulandırıldığını görüyoruz.
Cari açıkta kontrollü artış 
Enflasyon raporunun dünkü sunumunda Erdem Başçı yüzde 5,3 olan enflasyon tahminlerinin değişmediğini belirttikten sonra, “önümüzdeki dönemde enflasyon hedefe doğru yönelirken dış dengenin bozulmaması için kredilerdeki artışın makul oranlarda seyretmesi ve döviz kurunda aşırı değerlenme olmaması gerekmektedir. Bu nedenle bir yandan yurtdışındaki düşük faiz ortamına uyum sağlarken diğer yandan döviz rezervlerimizi arttırıcı yönde adımlara devam etmenin mevcut konjonktürde en uygun politika bileşimi olduğunu değerlendiriyoruz” ifadesini kullandı. Ayrıca, soru-cevap bölümünde dengeli büyüme ile ilgili bir soruya verdiği yanıtta da mealen cari açığın sürdürülemez düzeye çıkmasına izin vermeyeceklerini söyledi. Sayın Başçı’nın görüşleri ışığında dengeli büyümenin tanımının değiştiği anlaşılıyor. Yeni tanıma göre bu yıl iç talepte canlanmayı Merkez Bankası ölçülü bir şekilde destekleyecek. Bu amaçla para politikası zaten gevşetilmişti. Ancak yine de kredi artışının çizilen yüzde 15’lik sınırı fazla aşmamasına gayret gösterilecek. Aynı zamanda Türk Lirası’nın daha fazla değerlenmemesine de gayret gösterilecek. Bu amaçla faizler bu ay önemli ölçüde düşürüldü. Ama gerisi dış talebin canlanmasına ve yapısal reformlara havale edilmiş durumda.

Betam: Dengeli büyüme zor 
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam) pazartesi günü yayımladığı araştırma notunda (“Dengeli büyüme zor görünüyor”) iç talep ile net ihracatın eşzamanlı olarak büyümeye pozitif katkı yaptığı çeyrekleri araştırıyor ve bu açıdan Türkiye ile Almanya ve Güney Kore’yi karşılaştırıyor. Mevsim etkisinden arındırılmış çeyrekten çeyreğe büyümeye iç talebin ve net ihracatın katkıları ayrıştırıldığında, her iki talep kaleminin de pozitif katkı yaptığı çeyrek sayısı toplam 56 çeyrekten (1998-2012) 12’sinde gerçekleşmiş. Yüzde 21 ediyor. Bu oranlar Almanya ve Güney Kore için sırasıyla yüzde 29 ve yüzde 37. Dahası bu türden dengeli büyüme Türkiye’de en fazla bir çeyrekle sınırlı. Oysa Almanya ve Güney Kore’de üç hatta dört çeyrek boyunca hem iç talep hem de net ihracat artışları gerçekleşebiliyor. 
Bu bulgular aslında şaşırtıcı değil. Türkiye Almanya ve Güney Kore’nin aksine ihracatın ağırlık taşıdığı bir büyüme rejimine sahip değil. Geçen yıl sonunda ancak yüzde 6 civarına gerileyen cari açık oranı da halen oldukça yüksek. Bu yıl iç talepteki canlanmanın dozuna bağlı olarak cari açık oranının artacağı kesin. İlk çeyrekte geçen yılın son çeyreğine kıyasla mevsim etkisinden arındırılmış ihracat yüzde 0,3 artarken, ithalatta yüzde 9,5 artış var. Sorular şunlar: Merkez Bankası’nın cari açık oranı için üst sınırı var mı? Varsa kaçtır? Bu sınıra gelindiğinde ne yapılabilir? Zor sorular.