27 Mayıs 2014 Salı

Ekonomik krize davetiye

Ekonomik krize davetiye

            Başbakan’ın Köln dönüşü Hüseyin Yayman’a verdiği röportajda para politikasına ilişkin bildiğimiz düşüncelerini yinemiş. Ama daha önceki açıklamalarında enflasyon-faiz-kur ilişkisinde hiç bu kadar açık olmamıştı. Merkez Bankası’nın bağımszlığından duyduğu rahatsızlığı hiç bu sertlikte ifade etmemişti. Başbakan Merkez Bankası yönetimini istifaya zorluyor. Bu olmazsa Merkez Bankası yasasında değişikliğe gitme teşebbüsünde bulunması kuvvetle muhtemel. Bu gidişat ekonomik krize davetiye çıkartır.
            Merkez Bankası yönetimine hitaben “faizi arttırırken 5 puan, düşürürken 0,5 puan düşürüyorsun, dalga mı geçiyorsun” ile “Merkez Bankası kendine çeki düzen vermeli” ifadeleri Merkez Bankası’nın iyi eğitilmiş, ekonomi kuramına ve Türkiye ekonomisinin özelliklerine hakim  yöneticilerinin görüşlerini değiştirmeyeceğine göre geriye iki seçenek kalıyor: Ya istifa ederek Başbakan’ın savunduğu politikaları uygulayacak bir yönetimin yolunu açarlar ya da doğru olduğuna inandıkları politikaları yasanın kendilerine verdiği görev çerçevesinde devam ettirirler. İkinci şıkta Başbakan’ın yapabileceği tek şey Merkez Bankası’nın bağımsızlığına alenen ya da fiilen son verecek yasal düzenleme yapmaktır.

Farklı bir para politikası

            Gelecekte bu iki seçenekten hangisinin gerçekleşeceğini kestirmek zor. Umarım herşeye rağmen Erdem Başçı görevine devam eder. Ama artık gidişat belli oldu. Ali Babacan’ın durumu kurtarması artık zor. Benim tahminim Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, eğer sayın Erdoğan seçilirse, kurulacak yeni hükümette görev almayacak. Yerine kimin geleceğini henüz bilmiyoruz. Ama kim gelirse gelsin Sayın Erdoğan yürütme erkini elinde tuttuğu sürece belli ki orta vadede çok farklı bir para politikası denenecek. Bu denemenin hangi yönde olacağını da Başbakan’ın röportajı açık şekilde gösteriyor.
            Başbakan diyor ki “enflasyonun nedeni yüksek faizdir.” Böyle olmadığından adım gibi eminim ama her fani gibi yanılabileceğimi kabul edelim. Demek ki Başbakan’a göre Merkez Bankası radikal faiz indirimi yapmalı. Tabi ne kadar yapmalı belli değil ama bir ip ucu var. Başbakan sıfır reel faiz istiyor. Halen reel fazin yüzde 4-5 olduğunu iddia ediyor. Tabi ki doğru değil. Enflasyon beklentisinden beklenen reel faizin yüzde 2 civarında olduğunu kolayca hesaplayabiliriz. Ama Başbakan’ın hesabıyla Merkez Bankası’nın faizini hiç olmazsa yüzde 5 civarına indirmesi gerekiyor.
Kurun alakası

            Bunu yaparsa ne olur? Kestirmek hiç zor değil: Bir, döviz kuru hızla artmaya başlar. İki, iç talep ve ithalat alıp başını gider, cari açık hızla yükselmeye başlar. Ocak ayında Dolar kuru 2,40’a dayanınca Merkez Bankası faiz artışına gitmek zorunda kalmıştı. Aslında faizi 5,5 puan değil fiilen 2,5 puan artırmıştı çünkü yüzde 4,5 olan politika faizini zaten kullanmıyordu. Radikal faiz indirimi kuru yeniden  zıplatacak, yükselen kur da düşme trendinin eşiğindeki enflasyonu yeniden yükseltmeye başlayacaktır. Ancak sorun şu ki Başbakan böyle bir zincirleme tepkimeye inanmıyor. “Faiz ile kurun ne alakası var” diyor. Çok alakası olduğunu makro ekonomi kuramı bir yana Türkiye’nin geçmiş deneyimleri yeterince ispatlıyor. Yüksek cari açık yani yüksek tasarruf açığı veren bir ekonomi negatif reel faizle bu açığı finanse edemeyeceğini bilmek için iktisatçı olmaya gerek yok. Başbakan “İsrail’de faiz nerede bizde nerede” diyor. İyi de İsrail’in ticaret fazlası verdiğini acaba bilmiyor mu?

            1990’larda krizler bu ilişki görmezden gelindiği için yaşandı. Beklentiler bozulup kur-enflasyon sarmalı bir kere başladı mı kriz kaçınılmaz hale gelir. “Denemesi bedava” diyemiyorum. “Allah sonumuzu hayır eğleye” demek geliyor içimden.  

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Central bank does not want appreciation of lira

CBRT Governor Erdem Başçı
The central bank's Monetary Policy Committee (PPK) decided on Thursday to lower its policy interest rate (one-week repo rate) by 0.5 percentage points from 10 percent to 9.5 percent.

However, it did not change the upper and lower limits of the interest rate corridor. The funding rate has been kept at 12 percent and the borrowing rate at 8 percent. As the effective central bank rate has been the policy rate since the end of January, lowering this rate by 0.5 percentage points corresponds to a noticeable relaxing in the tightness of the monetary policy.

Most financial market forecasters were not expecting a decrease in the central bank's policy interest rate. Thus one might admit that the central bank had surprised the market, but not me. Two weeks ago I had argued in this column (“The appreciating lira and monetary policy,” May 12) that given the tendency of the lira to appreciate in real terms as a result of a decrease in the nominal exchange rate on one side and a high inflation rate on the other, the real exchange rate would reach a dangerous zone of overvaluation within a few months. Admittedly, such an evolution will not be compatible with the goal of “balanced growth” for which the contribution of net exports should be sizable.

I had claimed in my piece that the “central bank has no choice other than to loosen its tight monetary policy” and I would not be surprised if an interest rate reduction is decided this month. I was also expecting a widening in the interest corridor, particularly by decreasing the borrowing rate, but the PPK preferred not to use this option demonstrating that a widening of the interest corridor -- in other words increasing the uncertainty aiming to impede excessive short-term capital inflows -- is no longer part of the preferred instruments of its monetary policy. The PPK had announced during its extraordinary meeting in January where harsh interest rates increases were decided that the policy interest rate would be the main rate for funding banks rather than the changing daily rate. The central bank remained true to this promise.

This feature of the monetary policy may seem too technical and confusing for laypersons but it is an important item when we come to the motivation(s) of the unexpected interest rate decrease. A widening of the interest corridor coupled with a changing interest rate of funding means an increase in uncertainty for the carry trade (hot money). Thus it has to play a discouraging role when the Turkish economy faces excessive capital inflows pushing up the real exchange rate. The fact that the PPK did not widen the interest corridor by lowering the borrowing rate at 8 percent may indicate that the central bank does not fear excessive inflows risking an appreciation of the lira but rather it fears too-low growth because of weak domestic demand. In order to understand the main motivation behind the policy interest rate decision, we have to wait for the detailed statement from the PPK that will be published in five days. However, the brief communiqué published after the meeting already provides some insights about this motivation.

One can read in the communiqué that “with the recent decline in uncertainties and improvement in the risk premium indicators, market interest rates have fallen across all maturities. In this regard, the Committee decided on a measured decrease in the one week funding rate. … Loan growth continues at reasonable levels in response to the tight monetary policy stance and macroprudential measures. In line with these developments, recent data indicate to a modest course in private final domestic demand. Meanwhile, with the help of the recovery in foreign demand, the contribution of net exports to economic growth is expected to increase. The Committee expects that such a demand composition will support disinflation and will lead to a significant improvement in the current account deficit in 2014.”

It is worth noting that the real exchange rate issue is not mentioned in the communiqué. Nevertheless, the reference to the “improvement in the risk premium indicators” invokes a permissive ground for short-term capital inflows. Since the PPK thinks domestic demand evolves as desired and a recovery in foreign demand will boost exports, a balanced growth without jeopardizing the goal of disinflation is under way. Thus I think the central bank fears an appreciation of the lira more than too-low growth in this context. I agree.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma faciasının düşündürdükleri

Geçen hafta Çarşamba bu köşede TL’nin değerlenmesi ve buna karşı Merkez Bankası’nın muhtemel yanıtı üzerine düşüncelerimi paylaşmıştım. Salı günü yazıyı yazarken meğer Soma’nın bir kömür madeninde büyük bir iş cinayeti işleniyormuş.  Aradan bir hafta geçti. Cinayete dair gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. İnsan ister istemez geçenlerde kaybettiğimiz büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazaretsi” adlı romanını hatırlıyor. Biliyorsunuz roman “Önceden ilan edilmiş cinayetin öyküsü” alt başlığını taşır.
            Evet, facia geliyorum demiş. 301 madencinin canı pahasına kömür madenlerimizin nasıl çalışma güvenliği hiçe sayılarak işletildiğini, nasıl bir sömürü düzeninin kurulmuş olduğunu, Türkiye’nin 1998’de yürürlüğe giren Uluslararası Çalışma Örgütü’nün “Maden Güvenlik ve Sağlık Konvansiyonu” nu imzalamamakta direndiğini, faciadan 20 gün önce muhalefet tarafından Meclis’e verilen soru önergesinin iktidar tarafından geçiştirildiğini öğrendik.
AKP yönetme kabiliyetini kaybediyor

            Ama Soma trajedisi bize bir başka şey daha öğretti. Kendi payıma konuşayım, Gezi olayları ve rüşvet skandalından beri hissetmekte olduğum bir olgu Soma’da adeta ete ve kemiği büründü.  Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı Türkiye’yi asgari demokrasi ve özgürlük ilkeleri çerçevesinde yönteme kabiliyetini giderek kaybediyor. İlk günlerde Başbakan’ın ve ilgili bakanların facia karşısında gösterdikleri tepki ibretlikti.  Başbakan kömür madenlerinde ölümün işin doğasında olduğunu savundu. Öfkenin doruğa ulaştığı Soma’da halktan tepki gördü. Kontrolden çıkıp bir vatandaşı tokatladı.  Korumaları ’da dövdü. Başbakanın gayretli bir danışmanı da iki polisin yere yıktığı bir başka vatandaşı tekmelerken kayda geçti.
İlgili bakanlar bize yanan madenin nasıl örnek bir işletme olduğuna, düzenli ve başarılı (!) bir şekilde denetlendiğini, dolayısıyla kazanın kaçınılmazlığına inandırmaya çalıştılar. Tokadı ve tekmeyi yiyenlerinden kışkırtıcılardan ibaret olduklarını ve gördükleri muameleyi hak ettiklerini iddia ettiler. Ancak gerçekler ortaya çıktıkça bu savunma pozisyonunu sürdüremediler.
Şimdi tüm sorumluluğu lanet madeni işleten şirketin üzerine yıkmaya çalışıyorlar. Meclis’e araştırma önergesi veriyorlar. ILO sözleşmesini imzalamaya hazırlanıyorlar.  Şirketin büyük sorumluluk taşıdığına şüphe yok. Ama faciadan bir o kadar da 10 yıllık iktidarları döneminde ILO sözleşmesini imzalamayı reddeden, ne pahasına olursa olsun daha fazla kömür politikası güdüp, kömür madenlerinde yaşanmakta olan güvenlik sefaletini görmezlikten gelen AKP iktidarı sorumludur.

Cumhurbaşkanı seçimi

Burada elbette siyasal sorumluluk söz konusu. Bizde görevi ihmalden istifa etmek diye bir gelenek olmadığından cezayı kesmek seçmene kalıyor. Önümüzdeki ilk olarak cumhurbaşkanlığı seçimi var. Soma faciasına rağmen Başbakanın adaylıktan vazgeçeceğini hiç sanmıyorum. Peki seçilebilir mi? Soma faciası şansını azaltmış olabilir mi? Bu soruların yanıtı iki başka sorunun yanıtına bağlı: Bir, AKP’ye daha çok siyasal istikrar, ekonomik performans, sosyal yardımlar gibi nedenlerle oy veren ama ideolojik olarak da kendini bu partiye bağımlı hissetmeyen “bağımsız’ seçmenler “bu kadarı da fazla” derler mi?  İki, CHP’nin adayı ikinci turda MHP ve BDP’nin adaylarına oy veren seçmenlerin kahir ekseriyetinin desteğini alabilir mi?

    Açıkçası bir tahminde bulunamıyorum. Sayın Erdoğan’ın ikinci turda seçilme ihtimalini halen yüksek görüyorum. Ama şu soruları da sormadan edemiyorum: Öfkesini kontrol edemeyen, nefret söylemiyle Türkiye’yi ortasından ikiye bölen, mutlak iktidarı arzulayan bir siyasi lider “Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini” nasıl temsil edecek? “Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını” nasıl gözetecek? (Bkz Anayasa 104. Madde). 

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Mining deaths are not destiny

I am absolutely appalled by the most tragic coal mining accident in Turkish history,
I am absolutely appalled by the most tragic coal mining accident in
Turkish history, which occurred this week in Soma, a small town in
western Anatolia.
The number of miners who lost their lives in this “work-crime” had reached 284
by yesterday morning. The previous death record was 263 in Kozlu, on the coast
of the Black Sea, in 1992. 
Unfortunately the number of victims may increase by dozens, since we do not
know how many miners are still trapped in the depths of the mine. The private
company that operates the mine is simply unable to tell us how many miners were
in the shafts when an explosion caused a vast fire in the mine. This is absolutely
scandalous, but this is not a unique scandal in this tragedy. 
Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan declared that “these kinds of accidents are
in the nature of this work.” He was even more explicit four years ago, when 30
miners lost their lives in Zonguldak, saying: “The people of this region are familiar
with these kinds of accidents. … This is the destiny of this profession” (Sabah,
May 19, 2010). Miners' accidental deaths are certainly not destiny. Most of them
are the consequence of the erroneous policies of successive governments. But the
current government of the Justice and Development Party (AKP) is particularly
responsible for this work-crime, since it has ruled Turkey for more than 10 years
and has done nothing to improve working conditions in the mines or reinforce
safety regulations or emergency measures in the case of an accident. 
I was absolutely shocked when I learned that safety rooms, where miners can
take refuge in an accident, are not a legal requirement in Turkish mines. Needless
to say, the Soma mine did not possess such facilities. I hoped naively that a
number of miners could have found refuge in such safety rooms and that they
could have been rescued, as was the case some years ago in Chile, where scores
of miners were saved a month after the accident, thanks to a safety room.
This tragic accident has reminded us of how Turkey lacks strict safety regulations
in its mines, how the AKP government has neglected this problem. Let me start by
underlining that Turkey has not signed the International Labour Organization (ILO)
Safety and Health in Mines Convention that was adopted in 1995 and entered into
force in 1998. The AKP was not in power at that time, but it has had enough time5/19/2014 Today's Zaman, your gateway toTurkish daily news
http://www.todayszaman.com/columnist/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=347966 2/2
to adopt the ILO convention. On the contrary, the AKP government partly
deregulated the sector when a number of coal mines belonging to the public
Turkish Coal Enterprises (TKİ) were privatized.
If the ILO convention had been adopted and its rules properly enforced, the
Soma accident might not have happened, and if it were unavoidable in any case,
the number of victims might have not been so high. Allow me to mention a few
stipulations from the ILO convention. According to Article 7, mine employers are
obliged “to provide, from every underground workplace, two exits, each of which
is connected to separate means of egress to the surface.” The same article also
stipulates that employers must “take measures and precautions appropriate to the
nature of a mine operation to prevent, detect and combat the start and spread of
fires and explosions.” And according to Article 10, employers must ensure that “a
system is established so that the names of all persons who are underground can be
accurately known at any time, as well as their probable location.” If this
convention had been adopted, we could at least know the number and names of
the miners who are still in the shafts. 
Given the pitiful state of mining in Turkey, we should not be surprised to discover
that Turkey has a record number of miners getting killed in mine accidents.

A report from think tank the Economic Policy Research Foundation of Turkey
(TEPAV), published in 2010, revealed that Turkey has the highest number of
deaths in mining accidents per 1 million tons of coal extracted. Following the
Soma tragedy, we will certainly have broken a new record. 
We must categorically reject the claim that death is the fate of miners. The AKP
government must admit its responsibility and sign the ILO convention with
urgency. This signing is much more urgent than the “witch hunt” that Prime
Minister Erdoğan promised recently with such arrogance towards Turkey

13 Mayıs 2014 Salı

Değerlenen TL ve para politikası

Son bir iki hafta içinde Dolar kuru beklenmedik ölçüde düştü. Bir yandan FED’in para basmayı giderek azaltacağına dair açıklamaları, diğer yandan nüfuz ve rüşvet skandallarının yarattığı siyasal belirsizlik, Aralık ayının sonlarından itibaren TL’ye yönelik güçlü bir spekültaif hareket başlatmıştı. Ocak ayı için bir ara Dolar kuru 2,40 dayanmıştı ki, Merkez Bankası’nın (TCMB) sert faiz artışı geldi. Fiili faiz 2,5 puan, pek kullanılmayan ama artık kullanılacağı belirtilen politika faizi de (bir haftalık repo) 5,5 puan arttırılarak spekülasyon durduruldu.
            Mart ayında dolar kuru 2,20 civarında istikrara kavuşmuş görünüyordu. 2003 yılında 100 kabul edilen Reel Kur Endeksi 102 civarına kadar gerilemişti. Kurun ekonominin rekabet gücüne katkısı bakımından bu fazlasıyla yeterli bir düzeydi. Geçen on yıl içinde endeksin zaman zaman 130’un üzerine çıkmasıyla TL’nin aşırı değerlendiği dönemlerin yaşandığını hatırlatmak isterim. TCMB bir süredir reel kuru da gözetiyor. TL’nin ne aşırı değerli ne de aşırı değersiz olmasını istemiyor. Kurun nispeten rekabetçi olduğu düzeyi de zımnen endeksin 120’yi aşmaması olarak kabul ediyor. Dolayısıyla, reel kurun düzeyi TCMB açısından oldukça rahatlatıcıydı ve yükselen enflasyona odaklanmasına izin veriyordu.

Kurun önlenemez düşüşü

            Son bir ay içinde işler değişti. 30 Mart seçimlerinde iktidar partisinin oy kaybetse de çoğunluğunu koruyabilecek düzeyde destek görmesi, FED’in de faiz arttırmakta fazla aceleci davranmayacağını söylemesi riski primlerini düşürerek TCMB’nin bir bakıma rahatını bozdu.   Dolar kuru Nisan ayında 2,15 civarına geriledi. Enflasyon da yüzde 8’in üzerine çıkınca reel kur endeksi 108’e yükseldi. Rekabet gücü için hala manevra alanı vardı. Ancak Mayıs ayında Dolar kuru 2,08’e geriledi. Bu beklenmedik düşüşte Rusya’dan kaçan 160 milyar Avronun (Draghi söylüyor) bir kısımın bize gelmesi rol oynamış olabilir.
Bu olaya geçici gözüyle bakabiliriz ama Haziranda Avrupa Merkez Bankası’nın miktar gevşemesine gitmesi bekleniyor. Önümüzdeki haftalarda Dolar kuru pekala düşmeye devam edeblir. Buna bir de önümüzdeki bir kaç ay beklenen yüksek enflasyonunu ekleyin, reel kur endeksinin ticari ortaklarımızla olan enflasyon farkı nedeniyle 2,20’ye yaklaşacağını sonbaharda dai geçeceğini kolaylıkla hesaplayabilirsiniz.

Faiz indirmi şart

Bu gidişata TCMB seyirci mi kalacak, yoksa TL’nin aşırı değerli hale gelmesini önlemeye mi çalışaşacak? Düşük nominal kurun enflasyondaki tedirgin edici yükselişin geri döndürülmesine büyük katkı yapacağına kuşku yok. Ancak net ihracatın pozitif katkı yapmasıyla bu yıl büyümenin dengeli olması isteniyorsa TL’nin aşırı değerlenmesinin engellenmesi gerekiyor.
TCMB şimdiden günlük döviz satışlarını yarıdan fazla düşürdü ama belli ki daha fazlası gerekiyor. TCMB beklenendan daha erken bir faiz indirimine gidebilir mi? TCMB yakın geçmişte benzer koşullarda faiz koridorunu aşağıya doğru genişleterek, yani boçlanma fazini düşürerek yanıt vermişti. Bu kez de aynı şeyi yapabilir ama bu da yeterli olmayabilir. Koridoru genişletmenin yanı sıra bir miktar aşağıya çekmesi, yani hem borç verme faizini hem de yüzde 10 olan politika faizini bir miktar azaltması gerekebilir. 

Son enflasyon raporunda “enflasyonun görünümünde belirgin bir iyileşme olmadan” faizlere dokunulmayacağı söylenmişti. Ama sanırım nominal kurun da bu kadar hızlı düşme eğilimine gireceği beklenmiyordu. Uzun lafın kısası, TCMB enflasyonunun tahmininden daha hızlı düşeceğini öngörerek faiz indirmini fazla beklemeden bu ayki Para Politikası Kurulu’nda yapabilir. Bu tür hamlelere “önden yüklemeli” deniyor.. 

7 Mayıs 2014 Çarşamba

AKP’den iki önemli karar

Gül ile de zor Gül süz de zor
Geçen Cuma AKP yönetimi Türkiye siyasetinin geleceği açısından iki önemli karar aldı. “En fazla üç dönem” kuralı kesinleşti. Böylelikle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da cumhurbaşkanlğı adaylığı kesinleşmiş oldu. İkinci olarak AKP seçim sisteminde değişikilk yapmamaya karar verdi. Bu beklenmedik bir karar oldu. Muhtemel nedenleri ve sonuçları üzerinde son bir kez durduktan sonra konuyu uzun bir süre için kapatabiliriz.
            Başbakan Tayyip Erdoğan çok büyük ihtimalle ikinci turda seçilecektir. AKP’nin kuruluşunda yer alan, on küsür yıldır ülke yönetiminde deneyim kazanan ve kamuoyu tarafından tanınan pek çok AKP ağır topu 2015 milletvekili seçimleriyle birlikte siyaset sahnesinden çekilecekler. Bu kadronun 2015 seçim kampanyasında aktif olarak görev almayacağını tahmin edebiliriz. Bu olgu iki önemli soruyu gündeme getiriyor. 2015 seçimlerinde AKP’ye kim liderlik edecek? 30 Mart seçimlerinde 6 küsur puan oy kaybeden AKP’nin daha fazla oy keybetme riski yok mu?
Rejim krizi

            Bunlar AKP’nin sorunları deyip geçebiliriz ama bu riske karşı AKP’nin ne gibi bir sigorta düşünmeke olduğunu da soruşturabiliriz. Bu sigorta bana göre ancak Abdullah Gül olabilir. Abdullah Gül’ün dışında yeni bir liderin mevcut koşullarda AKP’yi sırtlaması bana zor görünüyor. Düne kadar sayın Gül’ün tasfiyesi gündemdeyken, bugün AKP’yi gelecekte yönetecek kişi olması ihtimali bir hayli artmış durumda.
            Bu durumda Abdullah Gül 2015 Haziran ayında seçim kazanmış bir lider olarak başbakanlık koltuğuna oturacaktır. AKP sözcüleri istedikleri kadar cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle birlikte Türkiye’nin fiili başkanlık rejimine geçeceğini idda etsinler, Türkiye halen başbakanın yürütmenin başı olduğu bir parlamenter rejime sahip. Cumhurbaşkanının hükümet toplantılarına başkanlık etmesi bu olguyu değiştirmez. Yürütmenin kararlırından başbakan sorumludur. Halk değişiyle davul başbakanın sırtındadır. Cumhurbaşkanı “tokmak bende olacak” diye ısrar edecek olursa rejim krizi çıkar.

AKP siyasal riskleri göze alamadı

            Peki 2015 seçimlerinden sonra başabakanlık rejimine geçilemez mi? Mevcut seçim sistemi ile devam kararı ile birlikte bu ihtimal bana göre sıfırlandı. AKP’nin seçim sistemi değişikliğini gündeme getirmesinin amacı gelecek seçimlerde referandum çoğunluğunu (330 üzeri miletvekili) elede etmekti. Aynı zamanda barajı yüzde 5’e indirerek (daraltılmış bölge alternatifinde) ya da sıfırlayarak (dar bölge alternatifinde) BDP’ye de parlamentonun ve Hazine yardımının yolu açılmış, bir bakıma bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. Son haftalarda bu köşede açıklamaya çalıştığım gibi AKP’nin oy oranı yüzde 44’ün altına gerileyince daraltılmış bölge alternatifi referandum çoğunuluğu için yetersiz hale geldi. Barajın yüzde 5’e düşürüleceği bu opsiyonda amacın hasıl olma ihtimali azalınca sanırım AKP risk almak istemedi. Dar bögle alternatifinde referandum çoğunluğu garantideydi ama bu kez de sistem BDP ile MHP arasında ortaya çıkacak büyük dengesizlik nedeniyle çok zorlanacaktı. Anayasa Mahkemesi’nin dar bölgeyi iptal etmesi kuvvetle muhtemeldi. Sanırım bu kez de AKP dar dar bölgenin siyasal risklerini göze alamadı.

            Sonuçta yeni bir anayasa ile birlikte başkanlık sistemi hayali noktalandı. Mevcut seçim sistemde referandum çoğunuluğu için AKP’ye yüzde 50 oydan biraz daha fazlası gerekiyor. Bu arada yüzde 10 barajı kalmış oldu. BDP’nin bu karara nasıl bir tepki vereceğini, barış sürecinin olumsuz etkilenip etkilenmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Ama görünen  o ki BDP bu konuyu pek önemsemiyor. “Yine bağımsız adaylarla gireriz, önemli değil” diyor olmalılar. Anlaşılan başka öncelikleri var!

4 Mayıs 2014 Pazar

Economy may not be so vulnerable

Most of the rating agencies recently published reports on the Turkish economy claiming that it is one of the most vulnerable economies among emerging markets. Two new reports published this week -- the International Monetary Fund's (IMF) “Spring 2014 Regional Economic Issues (REI) for Central, Eastern and Southeastern Europe (CESEE)” and the Central Bank of Turkey's “Inflation Report” -- add new insights to this claim. The bottom line is that the economy appears to be much less vulnerable compared to CESEE countries but is trapped in a low-growth regime.

The most striking feature of the IMF report, I think, is the new approach to assessing vulnerability. The IMF considers three areas or sources of vulnerability with respect to external shocks: fiscal, exchange rate and monetary. A vulnerability in one area means a “lack of policy space.” In other words, a vulnerable economy has no room to maneuver in a vulnerable market atmosphere. A fiscally vulnerable economy has a large budget deficit and an unsustainable public debt. An exchange rate vulnerability points to an overvalued currency while monetary vulnerability signifies an inflation rate over the target rate.

According to the IMF, Croatia and Slovenia are vulnerable in all the three abovementioned areas. Estonia and Bulgaria are vulnerable in two areas: Estonia in the areas of exchange rate and monetary while Bulgaria in fiscal and monetary. There are three countries -- Hungary, Serbia and Turkey -- considered to be vulnerable in only one area. Hungary and Serbia suffer from high budget deficits while Turkey has to tackle a high inflation rate, which is over 8 percent though the target is 5 percent.

Let's focus on the state of the economy. Turkey had a budget deficit of under 2 percent in the last two years and enough primary surplus (budget balance excluding interest rate payments) allowing further a reduction of the public debt to gross domestic product (GDP) ratio, which in fact remains around 35 percent. This was achieved despite low economic growth, which has fallen to 3 percent on average in 2012-2013. Admittedly, Turkey has “policy space” in terms of fiscal policy. In other words, public expenditures may be boosted to some extent to help economic activity without jeopardizing fiscal balances.

As for the exchange rate, the sizable depreciation of the lira in the last three quarters positively contributed to the external balance. The real exchange rate index has almost returned to its 2003 level, which is considered as competitive enough to encourage exports and discourage imports. Indeed, the index, fixed at 100 for 2003, was about 102 at the end of March. In April, the nominal exchange rate increased to some extent, appreciating the lira in real terms though the real exchange level still remains well below the threshold of 120, which is implicitly considered by the central bank to be the limit of overvaluation. The economy thus has room to maneuver with respect to the exchange rate as well.

Then, the problem remains inflation. The central bank in its recent inflation report increased its year-end inflation rate forecast from 6.6 to 7.6 percent. Once again, the 5 percent target will be missed by a great deal. In this drift, the depreciation of the lira played a key role. “In order to contain the deterioration in inflation expectations and pricing behavior and to maintain macroeconomic and financial stability,” the report said, the central bank greatly increased its various interest rates at the end of January. As the central bank points out, “after the strong monetary tightening of end-January 2014, the risk sentiment improved, some of the Turkish lira depreciation reversed and the implied volatility fell.” That said, the central bank announced that the “tight monetary policy stance will be maintained until there is a significant improvement in the inflation outlook.”

So far so good! However, as the central bank confessed: “private demand has weakened. In fact, the consumption of durable goods and machinery-equipment investments have declined due to financial conditions and domestic uncertainties.” Meanwhile exports have increased and imports have fallen thanks to a competitive real exchange rate and the current account deficit (CAD) has decreased slightly. In the end we will have balanced growth as desired but it will still be low, over 3 percent at best. Low economic growth is the price Turkey has to pay so long as inflation remains over the target and the CAD is dangerously high.

The economy can get out of this trap only if the structural reforms listed in the medium-term economic program (OVP) are realized. As the central bank underlines at the end of its report, these reforms “remains to be of utmost importance.”