16 Ekim 2014 Perşembe

İşsizlik hızla artıyor

Dün açıklanan işgücü piyasası temmuz dönemi istatistikleri mayıs ve haziran dönemlerinde görülen işsizlikteki yüksek artışın devam ettiğini gösterdi.
Temmuz döneminde (haziran-temmuz-ağustos) işsizlik oranı yüzde 9,1’den 9,8’e, tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 11,1’den 12,0’ye sıçradı. İşsizlik cephesinde ne olup bittiğini anlamak için son ayların mevsim etkilerinden arındırılmış rakamlarına bakmak gerekiyor.
Geçen yılın aralık ayında mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı yüzde 9,1’e gerileyerek son yılların en düşük seviyesine inmişti. Ardından aşağı yukarı yatay seyreden işsizlik oranı nisan döneminde yüzde 9,2 idi. Mayısta yüzde 9,6’ya, haziranda yüzde 10’a, temmuzda da yüzde 10,4’e yükseldi. Üç ay içinde işsizler ordusuna tam 363 bin kişi katıldı ve işsiz sayısı 3 milyona çıktı. Kriz dönemi hariç 2002’den bugüne hiçbir dönemde işsizlikte bu kadar hızlı bir artış yaşanmamıştı. Böyle bir gelişme her demokratik ülkede birinci sayfaya manşet olur. Bakalım bizim medya, özellikle hükümet yanlısı medya haberi nasıl verecek!
İşsizlik neden bu kadar hızlı arttı, artış devam eder mi, soruları hem toplumsal hem de siyasal açıdan büyük önem kazandı. Son üç ayda gözlemlenen yüksek işsizlik artışının birincil nedeni basit: Nisan ve mayısta yerinde sayan istihdam, haziran ve temmuzda yüzde 0,7 oranında geriledi. İstihdam edilenlerin sayısı 25 milyon 961 binden 25 milyon 791 bine düşerken işgücü sayısı 28 milyon 709 binden 28 milyon 792 bine yükseldi.
Toplam işgücü artışı normal. Tarım dışı işgücünde son dönemde 133 binlik güçlü bir artış var. Tarım dışı istihdam da yerinde saymış durumda. İnşaat ve sanayide büyük istihdam kayıpları söz konusu. Mayıs-temmuz döneminde sanayi 130 bin istihdam kaybetti. İnşaatta ise Mart döneminde başlayan istihdam kayıpları 218 bini buluyor. Sanayi üretimi yavaş da olsa artmaya devam ederken istihdam kayıpları işgücü verimliliğinin artmakta olduğunu gösteriyor. Büyümenin kalitesi açısından iyi ama işsizlik açısından kötü. İnşaattaki büyük istihdam kaybı ise bu sektörde bir süredir hüküm süren durgunluğa bağlanabilir. Konut sektöründe arz fazlası olduğunu biliyoruz. Hizmet sektöründe istihdam artışı devam ediyor ama bu artış işsizlik artışını engellemeye yetmiyor.
İstihdamdaki bu olumsuz gelişme ne ölçüde zayıf büyümeye, ne ölçüde Ortadoğu’daki kanlı savaşın ve göç dalgasının Güneydoğu Bölgesi ekonomisine yaptığı olumsuz etkiye bağlı bilmiyoruz. TÜİK, bölgesel işgücü istatistiklerini yıllık olarak yayınlıyor. Elimizde en son 2013 rakamları var. Bu yıl bölgede neler olduğunu çok geç öğreneceğiz. Ancak nedenleri ne olursa olsun işsizliğin kısa süre içinde bu ölçüde artması hayra alamet değil. Büyüme düşük kaldığı sürece önümüzdeki dönemlerde bu kadar olmasa da işsizliğin artmaya devam etmesi çok muhtemel. Düşük büyüme-yüksek istihdam artışı dönemi kapanmış görünüyor.
Bu gelişmenin toplumsal ve siyasal sonuçları olacağı aşikâr. Eğer tahmin ettiğim gibi özellikle Güneydoğu’da büyük bir işsizlik patlaması yaşanıyorsa, son günlerde bölgede yaşanan toplumsal gerginliğin gelecekte şiddetlenmesini teşvik edecek bir zemin de gelişiyor demektir. Bu durum Kürt sorununa ve barış sürecine oyalama yerine elle tutulur gerçekçi adımlarla yaklaşmanın aciliyetini hatırlatıyor.

İşsizlikte güçlü artışa AKP hükümetinin, özellikle de Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir tepki vereceği de önemli bir gündem maddesi haline geldi. Başkanlık ihtirası nedeniyle AKP açısından son derce kritik kabul edilen genel seçimlere giderken işsizlik artışına seyirci kalınması düşünülemez. Cumhurbaşkanı ne der? Hükümet ne yapabilir? Bu da başka bir yazının konusu.
Not: bu yazı Zaman'da 16 Ekim 2014'te yayınlanmıştır

14 Ekim 2014 Salı

A surprising proposal by Minister Bozkır

Sunday evening during a dinner organized by the Bosporus Institute, Minister of European Affairs Volkan Bozkır made a surprising proposal regarding Turkey's European Union negotiation process.
The institute is a think tank founded by the Turkish Industrialists and Businessmen's Association (TÜSİAD) during the period of Nicolas Sarkozy's presidency in France. Back then, French President Sarkozy, who was very hostile to Turkey's membership of the EU, had blocked five chapters in addition to those ones blocked by Cyprus in Turkey's EU accession talks. The Bosporus Institute had worked to address problems between Turkey and France using bilateral meetings.
Since then, twice a year, the institute organizes meetings on Turkey's EU relations, where current problems are discussed. It is usual during the opening dinner to hear ministers from both sides expressing the official positions of their governments concerning Turkey-EU relations. Member of the National Assembly of France Jean-Marie Leguen took the floor first. He had a positive approach, stating that the French government is favorable to the pursuit of negotiations, is not putting up any obstacles to them and the time of his government blocking Turkey in the process is over. He also added that France supports the opening of the chapter on the judiciary and fundamental rights as well as the chapter on justice, freedom and security.
Then Minister Bozkır took the floor. After explaining that Turkey is working on areas in the chapters that are not opened yet, he proposed that, besides the two chapters quoted above, the French government support the opening of the chapter on economic and monetary policies -- the 17th chapter. Let me recall that before the Great Recession, i.e., the 2008 global crisis, Turkey had declared it was ready to open this chapter, which was not being blocked by Cyprus, but President Sarkozy refused it, arguing that the 17th chapter concerns full membership.
Minister Bozkır may be right by proposing the opening of the 17th chapter, since it is not blocked by Cyprus, while the two chapters on justice and freedom mentioned by Minister Leguen are, so it requires the consent of the Greeks, which is not realistic given the state of negotiations between Turks and Greeks in Cyprus. Probably Minister Bozkır wanted both to make effectively possible the opening of a new chapter and at the same time encourage the French government, which is willing to end Sarkozy's blockade of Turkey.
No doubt, this was quite a surprising proposal, since the choice of the chapter on economic and monetary union is no longer among Turkey's priorities. The economic crisis in Europe proved how the monetary union might be a fetter for the economies that have weak competitive strength. Giving up the use of depreciation of the national currency as competition tool when necessary obliges proceeding to the horrible internal devaluations. Nowadays, no one wants to rapidly enlarge the monetary union to other EU members, and it is even discussed to reorganize the monetary union by restricting it. I am quite sure that if Turkey becomes an EU member one day it will prefer to remain outside of the eurozone for years.

That said, there is also a second reason that Minister Bozkır's proposal was rather strange. Turkey complies with the Maastricht Criteria with respect to public finances. Its budget deficit is well below the fateful 3 percent and its public debt ratio well below 60 percent. However, this situation is just the opposite concerning price stability. Even the inflation target of 5 percent is much higher than EU average. The negotiation of the 17th chapter would oblige Turkey to target inflation much lower than 5 percent and this is absolutely out of the question for a long time in the future.
Note: This article is published in Todays' Zaman October 14

13 Ekim 2014 Pazartesi

Orta Vadeli Program bu kez başarır mı?

Merakla beklediğim Orta Vadeli Program (2015-2017) çarşamba günü Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından açıklandı.
Program incelendiğinde gerek öncelikler gerek politika tutarlılığı açısından güven veren ve aşikâr bir şekilde Babacan damgası taşıyan bir program söz konusu. Temel sorun şu: 2012-2014 döneminde gerçekleştirilemeyen hedefler, bu kez gerçekleştirilebilir mi? Bu soruya yanıtım gayet yalın: Evet gerçekleştirilebilir; eğer programın öngördüğü maliye politikası ve yapısal reformlar gerçekleştirilirse.
Program uçuk değil. Bu yıl GSYH artışı yüzde 3,3’te kalıyor. Gelecek yıl yüzde 4’e yükseliyor, ardından yüzde 5 patikasına oturuyor. Önceki programlarda olduğu gibi. Verimlilik artışlarının büyümeye katkısı artırılabilirse ki program bunu öngörüyor, yüzde 5 civarında büyüme mümkün. OVP enflasyonun yılı yüzde 9,4’te bitireceğini tahmin ediyor. Buna rağmen gelecek yıl yüzde 6,3’e düşürmeyi, son iki yılda da yüzde 5 olan hedefle buluşturmayı öngörüyor. Bu hedefler fazlasıyla iyimser görülebilir. Ancak öngörüldüğü gibi bütçe açıkları sıfırlanmaya yönelecek, reel kur da mevcut düzeyinde seyredecekse, enflasyon yüzde 5’e yaklaşır.
İşsizlik hedefi mütevazı sayılır. Bu yılın ortalama işsizlik oranı tahmini yüzde 9,6. Haziran döneminde yüzde 9,9 olmuştu. Yıl sonuna kadar artmaya devam eder. Gelecek yıldan itibaren azalmaya başlaması ve 2017’de yüzde 9,1’e gerilemesi öngörülüyor. Büyüme hedefleri gerçekleşir ve örtük olarak 0,7 civarında kabul edilen büyüme-istihdam esnekliği dikkate alınırsa işsizlik oranı 0,5 puan düşebilir. 2017’de işsizlik oranının yüzde 9,5 civarında olması kuvvetle muhtemel. Büyük başarı sayılmaz ama gerçekçi.
Son kritik hedef cari açık. Açığın gelecek 46 milyar dolarda kalması, 2017’de ise 51 milyar dolara çıkması hedefleniyor. Cari açık oranı da yüzde 5,2’ye kadar geriliyor. Bu hedeflerin ardında dengeli büyüme var: İhracat ithalattan biraz daha hızlı artıyor. OVP’nin en zayıf noktası burası olabilir. Yıllık olarak yüzde 8 civarında artması hedeflenen ihracatın bu performansı yakalaması için Avrupa ekonomisinin az da olsa canlanması, Ortadoğu’daki kaosun da son bulması gerekir. Her ikisinin de garantisi yok. Bir de tabii öngörülen maliye politikasından ve kontrol altında tutulan özel tüketimden taviz verilmemesi gerekiyor.
Tüm bu oldukça iddialı hedeflerin gerçekleştirilebilmesi iki kritik öngörüye bağlı: Son derece sıkı maliye politikasının izlenmesi ve kapsamlı reformların yapılması. OVP’nin kamu kesimi rakamlarını biraz kurcalayınca şaşırtıcı ölçüde sıkı bir maliye politikası ile karşılaşıyoruz. Bu yıl bütçe açığının GSYH oranının (açık oranı) yüzde 1,4’te kalması bekleniyor. Geçen yıl yüzde 1,2 idi. Biraz artış var ama sorun değil. Ancak gelecek yıl kamu sert bir şekilde frene basıyor. Açık oranı yüzde 1,1’e geriliyor. Ardından bütçe açığı azalmaya devam ediyor ve 2017’de yüzde 0,3’e düşüyor. Üç yıl içinde neredeyse denk bütçe hedefleniyor. Düşen bütçe açıkları öngörülen büyüme hedefleri ile birlikte ele alındığında kamu borcunun GSYH’ya oranı da yüzde 33’ten yüzde 28’e geriliyor.
Maliye politikasının sıkılığını daha iyi görebilmek için kamu harcama ve gelirlerinde öngörülen reel değişimleri hesaplayarak tablolaştırdım. Gelecek yıl nominal faiz dışı harcama artışı yüzde 5,5 ile sınırlı. Yüzde 6,3’lük enflasyon hedeflendiğine göre devlet kamu hizmetleri ve yatırımlar için reel olarak yüzde 1,1 daha az harcama yapacak demektir. Dahası kamunun toplam gelir artışı da yüzde 6,6 olarak öngörülüyor. Yüzde 0,3 reel artış söz konusu. 2016 ve 2017’de gelir artışı hızlanıyor: Yüzde 3,6 ve 3,8. Keza harcamalar da artıyor ama gelir artışının altında kaldıklarından bütçe açığı azalmaya devam ediyor.
Bu fazlasıyla sıkı maliye politikasına neden ihtiyaç duyuluyor sorusu akla geliyor. Sanırım iddialı enflasyon ve cari açık hedeflerini tutturmak için çok sağlam bir maliye çıpasına ihtiyaç var. Çünkü Merkez Bankası’na güven son dönemde bir hayli yıprandı. İkinci soru hedefler gerçekçi mi? Gelecek yılın gelir artışı yüzde 4 büyüme varsayımı altında gerçekçi. Sonraki yıllarda öngörülen yüksek artışlar için esaslı vergi reformu lazım. Babacan, yapacağız diyor.
Ancak maliye politikasında kafamı kurcalayan esas soru, gelecek yılda öngörülen sert harcama freni. Başkanlık rejimi ihtirasının geleceğinin oylanacağı genel seçim yılında iktidar partisi maliye politikasında toplam 1,4 yüzde puanlık bir sıkılaştırma öngörüyor. Yapabilirlerse doğrusu şapka çıkartırım.
İddialı hedeflerin gerçekleşebilmesi için sıkı maliye politikasının yetmeyeceği bilindiğinden ek olarak çok geniş kapsamlı yapısal reformlar vaat ediliyor. Beşeri sermayenin kalitesi yükseltilecek. Yani eğitimin her kademesinde esaslı reformlar yapılacak. Bugün düğmeye basılsa sonuçlar on yıl sonra gelmeye başlar. İşgücü piyasası etkinleştirilecek. Yani esnekleştirilecek. Kıdem tazminatı reformunun raftan inmesi, işgücü üzerindeki prim ve vergi yüklerinin azaltılması, kayıt dışılığın geriletilmesi gerekiyor. Sonra üretici sektör yenilik ve teknoloji açısından daha fazla teşvik edilecek. Bir de ekonomik kurumların işleyişi etkinleştirilecek.

Hiçbirine itirazım yok. Ama bu vaatler son üç yıldır yapılıyor ama pratikte hiçbir şey yapılmıyor. Hülasa, eğer öngörülen maliye politikası uygulanır vaat edilen reformlar da yapılırsa, hedefler gerçekleşir ve Türkiye orta gelir tuzağından çıkmaya başlar.
Orta Vadeli Program: Büyüme, enlasyon, bütçe açğı ve örtük reel harcama ve gelir hedefleri

2014
2015
2016
2017
Büyüme oranı
3,3
4,0
5,0
5,0
Bütçe açığı GSYH oranı
-1,4
-1,1
-0,7
-0,3
FD Harcama
Reel değişimi*
1,8
-1,1
3,1
2,4
Rele Gelir değişimi*
-0,6
0,3
3,6
3,8
Enflasyon
9,4
6,3
5,0
5,0
*Hedelenen enflasyon – Nominal degişim   

9 Ekim 2014 Perşembe

Maliye Bakanı’ndan orta gelir tuzağı

Geçen hafta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 1 Ekim tarihli Wall Street Journal-Türkiye’de “Türkiye orta gelir tuzağından nasıl kaçacak?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu girişimi olumlu bulduğumu belirteyim.
Ekonomide güncel sorun düşük büyüme ve büyümenin kalitesi. Orta gelir tuzağı tartışması da bu bağlamda gündemimize girdi.
Orta gelir tuzağı kavramı, kişi başına gelir 10 bin doların üzerine çıktığında bunu 16-17 bin dolara çıkarmanın 10 bin dolara çıkarmaktan çok daha zor olduğunu, çünkü GSYH büyümesinin orta gelir düzeyinden itibaren çok daha fazla verimlilik artışlarına dayanması gerektiğine işaret eder. Ekonomik kalkınmanın ilk aşamasında sermaye stoku düşük olduğundan makul bir yatırım oranıyla kişi başına geliri hızla artırmak mümkündür. Ancak GSYH belirli bir düzeye ulaştığında yatırımların büyümeye katkısı doğal olarak düşer. Gelir artışını devam ettirebilmek için verim artışının büyümeye katkısının yükselmesi gerekir. Bu da teknolojik ilerlemeye, beşeri sermayenin gelişmesine ve ekonominin kurumsal olarak etkin çalışmasına bağlıdır.
İşte bu noktada Türkiye ekonomisi teklemeye başladı. Kişi başına gelir bir yandan yüksek büyüme diğer yandan Türk Lirası’nın fazlasıyla değerlenmesi ile 2003’ten 2011’e 3 bin 500 dolardan 10 bin doların üzerine çıktı. Ancak son üç yıldır düşük büyüme ve Türk Lirası’nın değer kaybına bir de verimlilik artışlarının durması eklenince, kişi başına gelir yerinde saymaya başladı.
Bakan Şimşek, 1960’lardan bu yana 101 orta gelirli ekonomiden yalnızca 13’ünün bu “önemli sıçramayı” başardığını belirterek, işin zorluğunu teslim ediyor. Buna rağmen Türkiye’nin 2023’te 25 bin dolar kişi başına geliri yakalayacağına güveni tam. 25 bin dolar hedefinin olanaksızlığını 18 Eylül tarihli yazımda göstermiştim. Gerekçelerime dönecek değilim. Zaten konumuz açısından önemi de yok. Türkiye 2023’te kişi başına gelirini 18 bin dolara çıkartabilirse, bu hem büyük başarı olur hem de orta gelir tuzağından kurtulmuş oluruz.
18 bin doların belirli koşullar altında mümkün olduğunu yazımda belirtmiştim. Sayın Şimşek de hemen hemen aynı koşulları zikrediyor: “Beşeri sermaye stokunun kalitesini güçlendirmek”, “İşgücü piyasasını esnekleştirmek”, “ulusal teknoloji ve inovasyon kapasitemizi geliştirmek”.
Beşeri sermayemizi geliştirmek için eğitim sistemimizi her kademede reforma tabi tutmamız gerekiyor. Şimşek, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığını, öğretmen sayısının hızla artırıldığını belirtiyor. Ama eğitim kalitesinin temeli olan öğretmen kalitesi hakkında bir şey söylemiyor. Geçen hafta Eğitim Reformu Girişimi bir rapor yayınladı. Durum hiç parlak değil. İki saptamayı kısaca aktarayım: Okulöncesi eğitim hedeflerinin halen çok gerisindeyiz. Ulusal Öğretmen Stratejisi belgesinde öngörülen politikaların da hiçbiri uygulamaya geçmemiş durumda. Ayrıca zorunlu eğitime 4 yıl eklemekle lise çağında okullaşma oranının kendiliğinden artacağını beklemek beyhude.
İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi konusunda da köklü reformlar yapılabilmiş değil. Bu reformlardan en önemlisi kıdem tazminatı oy kaygısıyla rafa kaldırıldı. Ar-Ge harcamalarını son yıllarda ikiye katlayarak GSYH’nın yüzde 1’e çıkardığımız doğru. Şimşek, bu oranın 2018’de yüzde 1,8’e, 2023’te yüzde 3’e çıkarılacağını söylüyor. Ancak ulusal teknoloji ve inovasyon salt daha fazla teşvik vererek elde edilmez. Bu teşvikleri talep edecek ve yerinde kullanacak firmalar ve vasıflı işgücü de gerekir.

Maliye Bakanı “ikinci nesil reformları” uygulamaya başlayacaklarını söylüyor. Umarım öyle olur. Şimdilik eğitimde dershaneleri kapatmak, zorunlu okul-zorunlu din dersi, başörtüsünü her kademede serbest bırakmak, “paralelcilerle(!)” de her alanda mücadele etmek gibi konularla iştigal ediyoruz.

2 Ekim 2014 Perşembe

Para politikasının etkinliği zayıflıyor

Pazar günkü yazımda “Merkez Bankası direniyor ama yetmez” demiştim. “Direnme” faslı geçen hafta Para Politikası Kurulu’nun (PPK) siyasal baskıları kulak ardı ederek hiçbir faizini indirmemesine dairdi.
 “Yetmez” faslı ise Sayın Babacan’ın Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelesine yeterince güçlü bir destek vermemesine gönderme yapıyordu. Aradan geçen üç gün içinde Türk Lirası değer kaybetmeye devam etti. Aynı zamanda Merkez Bankası sessiz sedasız fiili fonlama faizini artırmaya başladı. Bu gelişmeler, “Para politikasının etkinliği zayıflıyor mu?” sorusunu sormanın zamanının geldiğini düşündürüyor.
Para politikası bilindiği gibi Merkez Bankası’nın piyasaya verdiği paranın faizi (kısaca fonlama faizi) aracılığı ile icra edilir. Bu faiz arttığında piyasa ve kredi faizlerinin artması, indirdiğinde ise bu faizlerin azalması beklenir. Bu bağlamda faiz kanalına bir de döviz kuru kanalını eklemek gerekir. Merkez Bankası aşırı sıcak para giriş ve çıkışlarını faiz değişikliği yaparak kontrol altına almaya çalışır çünkü Türk Lirası’nın hızlı değer kaybı enflasyonu kamçılar, hızlı değer kazancı ise dış açığı artırır. Merkez Bankası’nın faizi ile piyasa faizleri ve kur arasındaki bağ koptuğu takdirde para politikası etkinliğini yitirmeye başlar.
Geçmişte bu bağın koptuğu dönemler oldu. Ardından Merkez Bankası sert faiz artışları yapmak zorunda kaldı. Son örnek 28 Ocak’ta olağanüstü PPK toplantısında yapılan sert faiz artışı. Bugün de bu kritik bağın kopmakta olduğuna dair işaretler var. PPK’nın son toplantısında faiz indirimine gitmemesinin Türk Lirası’nın son haftalarda yaşamakta olduğu hızlı değer kaybını durdurması, hatta bir miktar geri çevirmesi, artı piyasa gösterge tahvil faizini düşürmesi beklenirdi.
Oysa böyle olmadı. Toplantı öncesi dönemde 0,5 dolar + 0,5 Euro’luk sepet kur 2,50’nin biraz üzerindeydi ama yükselmeye başlamıştı. Toplantının arefesinde sepet kur 2,56’ya ulaşmıştı. Dün sabah sepet kur 2,59’a dayandı. Yüzde 9,5 civarında seyreden piyasa faizi ise yüzde 9,9’a yükseldi. Oysa, indirmeyerek doğrusunu yaptığını söylediğim politika faizi, ki şubattan bu yana fonlama faizidir, yüzde 8,25’te duruyor. Durumun kontrolden çıkmaya başlamasının miladı Merkez Bankası’nın temmuzda yaptığı üçüncü 50 baz puanlık faiz indirimidir. Geriye dönüp baktığımızda Merkez Bankası faizi-piyasa faizi bağının bu karardan sonra kopmaya başladığı açıkça görülüyor.
Reel kurun makul bir düzeyde olduğu bir dönemde (reel kur endeksi 2003’e kıyasla sadece yüzde 10 kadar daha yüksek) Türk Lirası’nın değer kaybediyor olması açıktır ki yüksek enflasyonla mücadele eden Merkez Bankası açısından arzu edilen bir durum değil. Şubat öncesinde yaşanan büyük değer kaybının enflasyon etkilerinin tükendiği ve bu sayede enflasyonda düşüş beklendiği bir dönemde Türk Lirası’nın yeni bir değer kaybı dönemine girmesi söz konusu. Yıl sonunda enflasyonun bir kez daha Merkez Bankası’nın yüzde 7,6 tahminin üzerinde gerçekleşeceği kesin. Bırakın yüzde 5’lik hedefi, tahminlerin bile tutmadığı bir ortamda kur ve enflasyon beklentilerindeki artış eğilimi nasıl geri çevrilecek meçhul.

Merkez Bankası yönetiminin durumun vahametinin farkında olduğuna kuşkum yok. Ancak gereken tepkiyi veremiyor. Hadi diyelim ki yaz boz tahtası olmasın diye faiz artışı yapamadı. Ama en azından yapacağına dair geçen hafta güçlü bir mesaj verebilirdi. Bunun yerine sessiz sedasız daha yüksek olan günlük faizini kullanmaya başlayarak fonlama faizini yukarı çekmeye başladı. Salı akşamı itibarıyla piyasaya verdiği paranın ortalama maliyeti yüzde 8,72’ye yükselmişti. Çaktırmadan faiz yükseltmekle kaybedilen güven geri kazanılamaz.
Not: Bu yazı 2 Ekim 2014 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanmıştır